وَلَآ اَقُوْلُ لَكُمْ عِنْدِيْ خَزَاۤىِٕنُ اللّٰهِ وَلَآ اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَآ اَقُوْلُ اِنِّيْ مَلَكٌ وَّلَآ اَقُوْلُ لِلَّذِيْنَ تَزْدَرِيْٓ اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُّؤْتِيَهُمُ اللّٰهُ خَيْرًا ۗ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا فِيْٓ اَنْفُسِهِمْ ۚاِنِّيْٓ اِذًا لَّمِنَ الظّٰلِمِيْنَ ٣١
- walā aqūlu
- وَلَآ أَقُولُ
- ben demiyorum
- lakum
- لَكُمْ
- size
- ʿindī
- عِندِى
- benim yanımdadır
- khazāinu
- خَزَآئِنُ
- hazineleri
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- walā
- وَلَآ
- ve
- aʿlamu
- أَعْلَمُ
- bilmiyorum
- l-ghayba
- ٱلْغَيْبَ
- gaybı
- walā
- وَلَآ
- ve
- aqūlu
- أَقُولُ
- demiyorum
- innī
- إِنِّى
- şüphesiz ben
- malakun
- مَلَكٌ
- meleğim (diye)
- walā
- وَلَآ
- ve
- aqūlu
- أَقُولُ
- diyemem
- lilladhīna
- لِلَّذِينَ
- kimseler için
- tazdarī
- تَزْدَرِىٓ
- küçük gördükleri
- aʿyunukum
- أَعْيُنُكُمْ
- gözlerinizin
- lan yu'tiyahumu
- لَن يُؤْتِيَهُمُ
- onlara vermeyecektir
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- khayran
- خَيْرًاۖ
- bir hayır
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- aʿlamu
- أَعْلَمُ
- daha iyi bilir
- bimā
- بِمَا
- olanı
- fī
- فِىٓ
- içlerinde
- anfusihim
- أَنفُسِهِمْۖ
- onların kendi
- innī
- إِنِّىٓ
- ben gerçekten
- idhan
- إِذًا
- o zaman
- lamina
- لَّمِنَ
- kimselerden olurum
- l-ẓālimīna
- ٱلظَّٰلِمِينَ
- zulmeden
"Size, Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum; küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum." ([11] Hud: 31)Tefsir
قَالُوْا يٰنُوْحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَاَ كْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَآ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصّٰدِقِيْنَ ٣٢
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- yānūḥu
- يَٰنُوحُ
- Ey Nuh
- qad
- قَدْ
- muhakkak
- jādaltanā
- جَٰدَلْتَنَا
- bizimle tartıştın
- fa-aktharta
- فَأَكْثَرْتَ
- çok ileri gittin
- jidālanā
- جِدَٰلَنَا
- bizimle tartışmanda
- fatinā
- فَأْتِنَا
- getir bakalım
- bimā
- بِمَا
- şeyi
- taʿidunā
- تَعِدُنَآ
- bize vaadettiğin
- in
- إِن
- eğer
- kunta
- كُنتَ
- isen
- mina l-ṣādiqīna
- مِنَ ٱلصَّٰدِقِينَ
- doğru sözlülerden
"Ey Nuh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir" dediler. ([11] Hud: 32)Tefsir
قَالَ اِنَّمَا يَأْتِيْكُمْ بِهِ اللّٰهُ اِنْ شَاۤءَ وَمَآ اَنْتُمْ بِمُعْجِزِيْنَ ٣٣
- qāla
- قَالَ
- (Nuh) dedi
- innamā
- إِنَّمَا
- ancak
- yatīkum
- يَأْتِيكُم
- size getirir
- bihi
- بِهِ
- onu
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- in
- إِن
- eğer
- shāa
- شَآءَ
- dilerse
- wamā
- وَمَآ
- ve değilsiniz
- antum
- أَنتُم
- siz
- bimuʿ'jizīna
- بِمُعْجِزِينَ
- O'nu aciz bırakacak
"Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir, O'na döndürüleceksiniz" dedi. ([11] Hud: 33)Tefsir
وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْحِيْٓ اِنْ اَرَدْتُّ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّٰهُ يُرِيْدُ اَنْ يُّغْوِيَكُمْ ۗهُوَ رَبُّكُمْ ۗوَاِلَيْهِ تُرْجَعُوْنَۗ ٣٤
- walā
- وَلَا
- ve
- yanfaʿukum
- يَنفَعُكُمْ
- size yarar vermez
- nuṣ'ḥī
- نُصْحِىٓ
- öğüdüm
- in
- إِنْ
- eğer
- aradttu
- أَرَدتُّ
- istesem de
- an anṣaḥa
- أَنْ أَنصَحَ
- öğüt vermek
- lakum
- لَكُمْ
- size
- in
- إِن
- eğer
- kāna l-lahu
- كَانَ ٱللَّهُ
- Allah
- yurīdu
- يُرِيدُ
- dilerse
- an yugh'wiyakum
- أَن يُغْوِيَكُمْۚ
- sizi azgınlığa düşürmeyi
- huwa
- هُوَ
- O
- rabbukum
- رَبُّكُمْ
- sizin Rabbinizdir
- wa-ilayhi
- وَإِلَيْهِ
- ve O'na
- tur'jaʿūna
- تُرْجَعُونَ
- döndürüleceksiniz
"Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir, O'na döndürüleceksiniz" dedi. ([11] Hud: 34)Tefsir
اَمْ يَقُوْلُوْنَ افْتَرٰىهُۗ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهٗ فَعَلَيَّ اِجْرَامِيْ وَاَنَا۠ بَرِيْۤءٌ مِّمَّا تُجْرِمُوْنَ ࣖ ٣٥
- am
- أَمْ
- yoksa
- yaqūlūna
- يَقُولُونَ
- diyorlar (mı?)
- if'tarāhu
- ٱفْتَرَىٰهُۖ
- onu uydurdu
- qul
- قُلْ
- de ki
- ini
- إِنِ
- eğer
- if'taraytuhu
- ٱفْتَرَيْتُهُۥ
- onu ben uydurduysam
- faʿalayya
- فَعَلَىَّ
- benim üzerimedir
- ij'rāmī
- إِجْرَامِى
- suçum
- wa-anā
- وَأَنَا۠
- ancak ben
- barīon
- بَرِىٓءٌ
- uzağım
- mimmā tuj'rimūna
- مِّمَّا تُجْرِمُونَ
- sizin suçlarınızdan
Sana "Kuran'ı kendiliğinden uydurdu" derler, de ki: "Uydurdumsa suçu bana aittir; oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım." ([11] Hud: 35)Tefsir
وَاُوْحِيَ اِلٰى نُوْحٍ اَنَّهٗ لَنْ يُّؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ اٰمَنَ فَلَا تَبْتَىِٕسْ بِمَا كَانُوْا يَفْعَلُوْنَۖ ٣٦
- waūḥiya
- وَأُوحِىَ
- vahyolundu
- ilā nūḥin
- إِلَىٰ نُوحٍ
- Nuh'a
- annahu
- أَنَّهُۥ
- gerçekten
- lan yu'mina
- لَن يُؤْمِنَ
- kimse iman etmeyecek
- min qawmika
- مِن قَوْمِكَ
- kavminden
- illā
- إِلَّا
- dışında
- man
- مَن
- kimselerin
- qad
- قَدْ
- (şimdiye kadar)
- āmana
- ءَامَنَ
- iman eden
- falā tabta-is
- فَلَا تَبْتَئِسْ
- üzülme
- bimā
- بِمَا
- dolayı
- kānū yafʿalūna
- كَانُوا۟ يَفْعَلُونَ
- onların yaptıklarından
Nuh'a, "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların yapageldiklerine üzülme; nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafından vahyolundu. ([11] Hud: 36)Tefsir
وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِيْ فِى الَّذِيْنَ ظَلَمُوْا ۚاِنَّهُمْ مُّغْرَقُوْنَ ٣٧
- wa-iṣ'naʿi
- وَٱصْنَعِ
- ve yap
- l-ful'ka
- ٱلْفُلْكَ
- gemiyi
- bi-aʿyuninā
- بِأَعْيُنِنَا
- bizim gözetimimiz altında
- wawaḥyinā
- وَوَحْيِنَا
- ve vahyimizle
- walā tukhāṭib'nī
- وَلَا تُخَٰطِبْنِى
- bana hitap (dua) etme
- fī
- فِى
- hakkında
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- ẓalamū
- ظَلَمُوٓا۟ۚ
- zulmeden(ler)
- innahum
- إِنَّهُم
- onlar
- mugh'raqūna
- مُّغْرَقُونَ
- suda boğulacaklardır
Nuh'a, "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların yapageldiklerine üzülme; nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafından vahyolundu. ([11] Hud: 37)Tefsir
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَۗ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَاٌ مِّنْ قَوْمِهٖ سَخِرُوْا مِنْهُ ۗقَالَ اِنْ تَسْخَرُوْا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُوْنَۗ ٣٨
- wayaṣnaʿu
- وَيَصْنَعُ
- ve yapıyordu
- l-ful'ka
- ٱلْفُلْكَ
- gemiyi
- wakullamā
- وَكُلَّمَا
- ve ne zaman
- marra
- مَرَّ
- yanından geçse
- ʿalayhi
- عَلَيْهِ
- onun
- mala-on
- مَلَأٌ
- ileri gelenler
- min qawmihi
- مِّن قَوْمِهِۦ
- kavminden
- sakhirū
- سَخِرُوا۟
- alay ediyorlardı
- min'hu
- مِنْهُۚ
- onunla
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- in
- إِن
- eğer
- taskharū
- تَسْخَرُوا۟
- alay ederseniz
- minnā
- مِنَّا
- bizimle
- fa-innā
- فَإِنَّا
- muhakkak biz de
- naskharu
- نَسْخَرُ
- alay edeceğiz
- minkum
- مِنكُمْ
- sizinle
- kamā
- كَمَا
- gibi
- taskharūna
- تَسْخَرُونَ
- sizin alay ettiğiniz
Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz" dedi. ([11] Hud: 38)Tefsir
فَسَوْفَ تَعْلَمُوْنَۙ مَنْ يَّأْتِيْهِ عَذَابٌ يُّخْزِيْهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيْمٌ ٣٩
- fasawfa
- فَسَوْفَ
- yakında
- taʿlamūna
- تَعْلَمُونَ
- bileceksiniz
- man
- مَن
- kime
- yatīhi
- يَأْتِيهِ
- geleceğini
- ʿadhābun
- عَذَابٌ
- azabın
- yukh'zīhi
- يُخْزِيهِ
- rezil edici
- wayaḥillu
- وَيَحِلُّ
- ve ineceğini
- ʿalayhi
- عَلَيْهِ
- başına
- ʿadhābun
- عَذَابٌ
- azabın
- muqīmun
- مُّقِيمٌ
- kalıcı
Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz" dedi. ([11] Hud: 39)Tefsir
حَتّٰىٓ اِذَا جَاۤءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّوْرُۙ قُلْنَا احْمِلْ فِيْهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَ ۗوَمَآ اٰمَنَ مَعَهٗٓ اِلَّا قَلِيْلٌ ٤٠
- ḥattā
- حَتَّىٰٓ
- sonunda
- idhā
- إِذَا
- zaman
- jāa
- جَآءَ
- geldiği
- amrunā
- أَمْرُنَا
- emrimiz
- wafāra
- وَفَارَ
- ve kaynadığında
- l-tanūru
- ٱلتَّنُّورُ
- tandır
- qul'nā
- قُلْنَا
- dedik ki
- iḥ'mil
- ٱحْمِلْ
- bindir
- fīhā
- فِيهَا
- ona
- min kullin
- مِن كُلٍّ
- her şeyden
- zawjayni
- زَوْجَيْنِ
- çifti
- ith'nayni
- ٱثْنَيْنِ
- ikişer
- wa-ahlaka
- وَأَهْلَكَ
- ve aileni
- illā
- إِلَّا
- dışındaki
- man
- مَن
- olanlar
- sabaqa
- سَبَقَ
- önceden
- ʿalayhi
- عَلَيْهِ
- aleyhlerine
- l-qawlu
- ٱلْقَوْلُ
- hüküm verilmiş
- waman
- وَمَنْ
- ve
- āmana
- ءَامَنَۚ
- iman edenleri
- wamā
- وَمَآ
- ve
- āmana
- ءَامَنَ
- zaten iman etmemişti
- maʿahu
- مَعَهُۥٓ
- onunla beraber
- illā
- إِلَّا
- dışında
- qalīlun
- قَلِيلٌ
- çok az kimse
Buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca, "Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir" dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı. ([11] Hud: 40)Tefsir