۞ يٰبَنِيْٓ اٰدَمَ خُذُوْا زِيْنَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَّكُلُوْا وَاشْرَبُوْا وَلَا تُسْرِفُوْاۚ اِنَّهٗ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِيْنَ ࣖ ٣١
- yābanī
- يَٰبَنِىٓ
- Ey oğulları
- ādama
- ءَادَمَ
- Adem
- khudhū
- خُذُوا۟
- alın
- zīnatakum
- زِينَتَكُمْ
- süs(lü güzel giysiler)inizi'
- ʿinda kulli
- عِندَ كُلِّ
- her
- masjidin
- مَسْجِدٍ
- mesci(de gidişiniz)de
- wakulū
- وَكُلُوا۟
- ve yeyin
- wa-ish'rabū
- وَٱشْرَبُوا۟
- ve için
- walā tus'rifū
- وَلَا تُسْرِفُوٓا۟ۚ
- fakat israf etmeyin
- innahu
- إِنَّهُۥ
- çünkü O
- lā yuḥibbu
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- l-mus'rifīna
- ٱلْمُسْرِفِينَ
- israf edenleri
Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez. ([7] Araf: 31)Tefsir
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِيْنَةَ اللّٰهِ الَّتِيْٓ اَخْرَجَ لِعِبَادِهٖ وَالطَّيِّبٰتِ مِنَ الرِّزْقِۗ قُلْ هِيَ لِلَّذِيْنَ اٰمَنُوْا فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَّوْمَ الْقِيٰمَةِۗ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيٰتِ لِقَوْمٍ يَّعْلَمُوْنَ ٣٢
- qul
- قُلْ
- de ki
- man
- مَنْ
- kim
- ḥarrama
- حَرَّمَ
- haram etti
- zīnata
- زِينَةَ
- süsü
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- allatī akhraja
- ٱلَّتِىٓ أَخْرَجَ
- çıkardığı
- liʿibādihi
- لِعِبَادِهِۦ
- kulları için
- wal-ṭayibāti
- وَٱلطَّيِّبَٰتِ
- ve güzel
- mina l-riz'qi
- مِنَ ٱلرِّزْقِۚ
- rızıkları
- qul
- قُلْ
- de ki
- hiya
- هِىَ
- O
- lilladhīna
- لِلَّذِينَ
- kimselerindir
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inanan(larındır)
- fī l-ḥayati
- فِى ٱلْحَيَوٰةِ
- hayatında
- l-dun'yā
- ٱلدُّنْيَا
- dünya
- khāliṣatan
- خَالِصَةً
- yalnız onlarındır
- yawma
- يَوْمَ
- günü de
- l-qiyāmati
- ٱلْقِيَٰمَةِۗ
- kıyamet
- kadhālika
- كَذَٰلِكَ
- işte böyle
- nufaṣṣilu
- نُفَصِّلُ
- biz açıklıyoruz
- l-āyāti
- ٱلْءَايَٰتِ
- ayetleri
- liqawmin
- لِقَوْمٍ
- bir topluluk için
- yaʿlamūna
- يَعْلَمُونَ
- bilen
"Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" "Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir" de. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz. ([7] Araf: 32)Tefsir
قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوْا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهٖ سُلْطٰنًا وَّاَنْ تَقُوْلُوْا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُوْنَ ٣٣
- qul
- قُلْ
- de ki
- innamā
- إِنَّمَا
- kesinlikle
- ḥarrama
- حَرَّمَ
- haram etmiştir
- rabbiya
- رَبِّىَ
- Rabbim
- l-fawāḥisha
- ٱلْفَوَٰحِشَ
- fuhuşları
- mā
- مَا
- (gerek)
- ẓahara
- ظَهَرَ
- açığını
- min'hā
- مِنْهَا
- onun
- wamā
- وَمَا
- (gerek)
- baṭana
- بَطَنَ
- kapalısını
- wal-ith'ma
- وَٱلْإِثْمَ
- ve günahı
- wal-baghya
- وَٱلْبَغْىَ
- ve saldırmayı
- bighayri
- بِغَيْرِ
- yere
- l-ḥaqi
- ٱلْحَقِّ
- haksız
- wa-an
- وَأَن
- ve
- tush'rikū
- تُشْرِكُوا۟
- ortak koşmayı
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah'a
- mā
- مَا
- bir şeyi
- lam yunazzil
- لَمْ يُنَزِّلْ
- indirmediği
- bihi
- بِهِۦ
- hakkında
- sul'ṭānan
- سُلْطَٰنًا
- hiçbir delil
- wa-an
- وَأَن
- ve
- taqūlū
- تَقُولُوا۟
- söylemenizi
- ʿalā
- عَلَى
- hakkında
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah
- mā
- مَا
- şeyler
- lā taʿlamūna
- لَا تَعْلَمُونَ
- bilmediğiniz
De ki: "Rabbim sadece, açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." ([7] Araf: 33)Tefsir
وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَاۤءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُوْنَ سَاعَةً وَّلَا يَسْتَقْدِمُوْنَ ٣٤
- walikulli
- وَلِكُلِّ
- ve her
- ummatin
- أُمَّةٍ
- ümmetin
- ajalun
- أَجَلٌۖ
- bir süresi vardır
- fa-idhā
- فَإِذَا
- ne zaman ki
- jāa
- جَآءَ
- gelince
- ajaluhum
- أَجَلُهُمْ
- süreleri
- lā yastakhirūna
- لَا يَسْتَأْخِرُونَ
- geri kalmazlar
- sāʿatan
- سَاعَةًۖ
- bir an
- walā
- وَلَا
- ve ne de
- yastaqdimūna
- يَسْتَقْدِمُونَ
- öne geçemezler
Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler. ([7] Araf: 34)Tefsir
يٰبَنِيْٓ اٰدَمَ اِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِّنْكُمْ يَقُصُّوْنَ عَلَيْكُمْ اٰيٰتِيْۙ فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُوْنَ ٣٥
- yābanī
- يَٰبَنِىٓ
- ey oğulları
- ādama
- ءَادَمَ
- Adem
- immā
- إِمَّا
- eğer
- yatiyannakum
- يَأْتِيَنَّكُمْ
- size gelirse
- rusulun
- رُسُلٌ
- elçiler
- minkum
- مِّنكُمْ
- kendi içinizden
- yaquṣṣūna
- يَقُصُّونَ
- anlattıkarında
- ʿalaykum
- عَلَيْكُمْ
- size
- āyātī
- ءَايَٰتِىۙ
- ayetlerimi
- famani
- فَمَنِ
- kimselere
- ittaqā
- ٱتَّقَىٰ
- korunan
- wa-aṣlaḥa
- وَأَصْلَحَ
- ve uslanan
- falā
- فَلَا
- yoktur
- khawfun
- خَوْفٌ
- korku
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْ
- üzelerine
- walā
- وَلَا
- ve
- hum
- هُمْ
- onlar
- yaḥzanūna
- يَحْزَنُونَ
- üzülmeyeceklerdir
Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. ([7] Araf: 35)Tefsir
وَالَّذِيْنَ كَذَّبُوْا بِاٰيٰتِنَا وَاسْتَكْبَرُوْا عَنْهَآ اُولٰۤىِٕكَ اَصْحٰبُ النَّارِۚ هُمْ فِيْهَا خٰلِدُوْنَ ٣٦
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- kimseler
- kadhabū
- كَذَّبُوا۟
- yalanlayan
- biāyātinā
- بِـَٔايَٰتِنَا
- ayetlerimizi
- wa-is'takbarū
- وَٱسْتَكْبَرُوا۟
- ve büyüklenenler
- ʿanhā
- عَنْهَآ
- onlara karşı
- ulāika
- أُو۟لَٰٓئِكَ
- işte onlar
- aṣḥābu
- أَصْحَٰبُ
- halkıdır
- l-nāri
- ٱلنَّارِۖ
- ateş
- hum
- هُمْ
- onlar
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- khālidūna
- خَٰلِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır. ([7] Araf: 36)Tefsir
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيٰتِهٖۗ اُولٰۤىِٕكَ يَنَالُهُمْ نَصِيْبُهُمْ مِّنَ الْكِتٰبِۗ حَتّٰٓى اِذَا جَاۤءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْۙ قَالُوْٓا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُوْنَ مِنْ دُوْنِ اللّٰهِ ۗقَالُوْا ضَلُّوْا عَنَّا وَشَهِدُوْا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوْا كٰفِرِيْنَ ٣٧
- faman
- فَمَنْ
- kim olabilir?
- aẓlamu
- أَظْلَمُ
- daha zalim
- mimmani
- مِمَّنِ
- kimseden
- if'tarā
- ٱفْتَرَىٰ
- uyduran
- ʿalā
- عَلَى
- karşı
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'a
- kadhiban
- كَذِبًا
- yalan
- aw
- أَوْ
- ya da
- kadhaba
- كَذَّبَ
- yalanlayan
- biāyātihi
- بِـَٔايَٰتِهِۦٓۚ
- O'nun ayetlerini
- ulāika
- أُو۟لَٰٓئِكَ
- onlara
- yanāluhum
- يَنَالُهُمْ
- erişir
- naṣībuhum
- نَصِيبُهُم
- nasipleri
- mina l-kitābi
- مِّنَ ٱلْكِتَٰبِۖ
- Kitaptan
- ḥattā
- حَتَّىٰٓ
- nihayet
- idhā jāathum
- إِذَا جَآءَتْهُمْ
- gelince
- rusulunā
- رُسُلُنَا
- elçilerimiz
- yatawaffawnahum
- يَتَوَفَّوْنَهُمْ
- canlarını alırken
- qālū
- قَالُوٓا۟
- diyecekler
- ayna
- أَيْنَ
- hani nerede?
- mā kuntum
- مَا كُنتُمْ
- olduklarınız
- tadʿūna
- تَدْعُونَ
- yalvarmış
- min dūni
- مِن دُونِ
- başkasına
- l-lahi
- ٱللَّهِۖ
- Alah'tan
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler
- ḍallū
- ضَلُّوا۟
- sapıp kayboldular
- ʿannā
- عَنَّا
- bizden
- washahidū
- وَشَهِدُوا۟
- ve şahidlik ettiler
- ʿalā
- عَلَىٰٓ
- aleyhlerine
- anfusihim
- أَنفُسِهِمْ
- kendi
- annahum
- أَنَّهُمْ
- kendilerinin
- kānū
- كَانُوا۟
- olduklarına
- kāfirīna
- كَٰفِرِينَ
- kafirler
Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" deyince, "Bizi koyup kaçtılar" derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler. ([7] Araf: 37)Tefsir
قَالَ ادْخُلُوْا فِيْٓ اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِّنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِى النَّارِۙ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَّعَنَتْ اُخْتَهَا ۗحَتّٰٓى اِذَا ادَّارَكُوْا فِيْهَا جَمِيْعًا ۙقَالَتْ اُخْرٰىهُمْ لِاُوْلٰىهُمْ رَبَّنَا هٰٓؤُلَاۤءِ اَضَلُّوْنَا فَاٰتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِّنَ النَّارِ ەۗ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَّلٰكِنْ لَّا تَعْلَمُوْنَ ٣٨
- qāla
- قَالَ
- (Allah) dedi
- ud'khulū
- ٱدْخُلُوا۟
- girin
- fī
- فِىٓ
- arasında
- umamin
- أُمَمٍ
- toplulukları
- qad khalat
- قَدْ خَلَتْ
- geçen
- min qablikum
- مِن قَبْلِكُم
- sizden önce
- mina l-jini
- مِّنَ ٱلْجِنِّ
- cin
- wal-insi
- وَٱلْإِنسِ
- ve insan
- fī
- فِى
- içine
- l-nāri
- ٱلنَّارِۖ
- ateşin
- kullamā
- كُلَّمَا
- her
- dakhalat
- دَخَلَتْ
- girdiğinde
- ummatun
- أُمَّةٌ
- ümmet
- laʿanat
- لَّعَنَتْ
- la'net eder
- ukh'tahā
- أُخْتَهَاۖ
- yoldaşına
- ḥattā
- حَتَّىٰٓ
- nihayet
- idhā
- إِذَا
- zaman
- iddārakū
- ٱدَّارَكُوا۟
- birbiri ardından
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- jamīʿan
- جَمِيعًا
- hepsi toplandığı
- qālat
- قَالَتْ
- dediler ki
- ukh'rāhum
- أُخْرَىٰهُمْ
- sonrakiler
- liūlāhum
- لِأُولَىٰهُمْ
- öncekiler için
- rabbanā
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- hāulāi
- هَٰٓؤُلَآءِ
- bunlar
- aḍallūnā
- أَضَلُّونَا
- bizi saptırdılar
- faātihim
- فَـَٔاتِهِمْ
- bunlara ver
- ʿadhāban
- عَذَابًا
- azab
- ḍiʿ'fan
- ضِعْفًا
- bir kat daha
- mina l-nāri
- مِّنَ ٱلنَّارِۖ
- ateşten
- qāla
- قَالَ
- (Allah) dedi
- likullin
- لِكُلٍّ
- hepsi için vardır
- ḍiʿ'fun
- ضِعْفٌ
- bir kat fazla
- walākin
- وَلَٰكِن
- ancak
- lā taʿlamūna
- لَّا تَعْلَمُونَ
- siz bilmezsiniz
Allah, " Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin" der. Her ümmet girdikçe kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için, "Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat ver" derler, Allah, "Hepsinin kat kattır, ama bilmezsiniz" der. ([7] Araf: 38)Tefsir
وَقَالَتْ اُوْلٰىهُمْ لِاُخْرٰىهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوْقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُوْنَ ࣖ ٣٩
- waqālat
- وَقَالَتْ
- dediler ki
- ūlāhum
- أُولَىٰهُمْ
- öncekiler
- li-ukh'rāhum
- لِأُخْرَىٰهُمْ
- sonrakilere
- famā
- فَمَا
- yoktur
- kāna lakum
- كَانَ لَكُمْ
- sizin
- ʿalaynā
- عَلَيْنَا
- bize
- min
- مِن
- hiç
- faḍlin
- فَضْلٍ
- üstünlüğünüz;
- fadhūqū
- فَذُوقُوا۟
- o halde siz de tadın
- l-ʿadhāba
- ٱلْعَذَابَ
- azabı
- bimā
- بِمَا
- karşılık
- kuntum
- كُنتُمْ
- olduklarınıza
- taksibūna
- تَكْسِبُونَ
- kazanıyor
Öncekiler sonrakilere, "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın" derler. ([7] Araf: 39)Tefsir
اِنَّ الَّذِيْنَ كَذَّبُوْا بِاٰيٰتِنَا وَاسْتَكْبَرُوْا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَاۤءِ وَلَا يَدْخُلُوْنَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ فِيْ سَمِّ الْخِيَاطِ ۗ وَكَذٰلِكَ نَجْزِى الْمُجْرِمِيْنَ ٤٠
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- kadhabū
- كَذَّبُوا۟
- yalanlayan
- biāyātinā
- بِـَٔايَٰتِنَا
- bizim ayetlerimizi
- wa-is'takbarū
- وَٱسْتَكْبَرُوا۟
- ve kibirlenenler
- ʿanhā
- عَنْهَا
- onlara
- lā tufattaḥu
- لَا تُفَتَّحُ
- açılmayacak
- lahum
- لَهُمْ
- onlara
- abwābu
- أَبْوَٰبُ
- kapıları
- l-samāi
- ٱلسَّمَآءِ
- gök
- walā
- وَلَا
- ve
- yadkhulūna
- يَدْخُلُونَ
- onlar giremeyeceklerdir
- l-janata
- ٱلْجَنَّةَ
- cennete
- ḥattā
- حَتَّىٰ
- kadar
- yalija
- يَلِجَ
- geçinceye
- l-jamalu
- ٱلْجَمَلُ
- deve
- fī
- فِى
- içinden
- sammi
- سَمِّ
- deliği
- l-khiyāṭi
- ٱلْخِيَاطِۚ
- iğne
- wakadhālika
- وَكَذَٰلِكَ
- ve işte böyle
- najzī
- نَجْزِى
- cezalandırırız
- l-muj'rimīna
- ٱلْمُجْرِمِينَ
- suçluları
Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız. ([7] Araf: 40)Tefsir