قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِيْ وَلِاَخِيْ وَاَدْخِلْنَا فِيْ رَحْمَتِكَ ۖوَاَنْتَ اَرْحَمُ الرّٰحِمِيْنَ ࣖ ١٥١
- qāla
- قَالَ
- (Musa) dedi
- rabbi
- رَبِّ
- Rabbim
- igh'fir
- ٱغْفِرْ
- bağışla
- lī
- لِى
- beni
- wali-akhī
- وَلِأَخِى
- ve kardeşimi
- wa-adkhil'nā
- وَأَدْخِلْنَا
- ve bizi sok
- fī
- فِى
- içine
- raḥmatika
- رَحْمَتِكَۖ
- rahmetinin
- wa-anta
- وَأَنتَ
- ve sensin
- arḥamu
- أَرْحَمُ
- en merhametlisi
- l-rāḥimīna
- ٱلرَّٰحِمِينَ
- merhametlilerin
Musa "Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı, Sen merhametlilerin merhametlisisin" dedi. ([7] Araf: 151)Tefsir
اِنَّ الَّذِيْنَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِّنْ رَّبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۗ وَكَذٰلِكَ نَجْزِى الْمُفْتَرِيْنَ ١٥٢
- inna
- إِنَّ
- muhakkak
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimselere
- ittakhadhū
- ٱتَّخَذُوا۟
- (tanrı diye) benimseyenlere
- l-ʿij'la
- ٱلْعِجْلَ
- buzağıyı
- sayanāluhum
- سَيَنَالُهُمْ
- erişecektir
- ghaḍabun
- غَضَبٌ
- bir öfke
- min rabbihim
- مِّن رَّبِّهِمْ
- Rablerinden
- wadhillatun
- وَذِلَّةٌ
- ve bir alçaklık
- fī l-ḥayati
- فِى ٱلْحَيَوٰةِ
- hayatında
- l-dun'yā
- ٱلدُّنْيَاۚ
- dünya
- wakadhālika
- وَكَذَٰلِكَ
- işte biz böyle
- najzī
- نَجْزِى
- cezalandırırız
- l-muf'tarīna
- ٱلْمُفْتَرِينَ
- iftiracıları
Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece cezalandırırız. ([7] Araf: 152)Tefsir
وَالَّذِيْنَ عَمِلُوا السَّيِّاٰتِ ثُمَّ تَابُوْا مِنْۢ بَعْدِهَا وَاٰمَنُوْٓا اِنَّ رَبَّكَ مِنْۢ بَعْدِهَا لَغَفُوْرٌ رَّحِيْمٌ ١٥٣
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- onlar ki
- ʿamilū
- عَمِلُوا۟
- yaptıktan
- l-sayiāti
- ٱلسَّيِّـَٔاتِ
- kötülükler
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- tābū
- تَابُوا۟
- tevbe ettiler
- min baʿdihā
- مِنۢ بَعْدِهَا
- ardından
- waāmanū
- وَءَامَنُوٓا۟
- ve iman ettiler
- inna
- إِنَّ
- muhakkak ki
- rabbaka
- رَبَّكَ
- Rabbin
- min baʿdihā
- مِنۢ بَعْدِهَا
- ondan sonra
- laghafūrun
- لَغَفُورٌ
- elbette bağışlayandır
- raḥīmun
- رَّحِيمٌ
- esirgeyendir
Kötülük işleyip ardından tevbe edenler ve inananlar bilsinler ki Rabbin, bu hareketlerinin ardından onları şüphesiz bağışlar ve merhamet eder. ([7] Araf: 153)Tefsir
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُّوْسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۖ وَفِيْ نُسْخَتِهَا هُدًى وَّرَحْمَةٌ لِّلَّذِيْنَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُوْنَ ١٥٤
- walammā
- وَلَمَّا
- ve ne zaman ki
- sakata
- سَكَتَ
- dinince
- ʿan mūsā
- عَن مُّوسَى
- Musa'nın
- l-ghaḍabu
- ٱلْغَضَبُ
- öfkesi
- akhadha
- أَخَذَ
- aldı
- l-alwāḥa
- ٱلْأَلْوَاحَۖ
- levhaları
- wafī
- وَفِى
- ve vardı
- nus'khatihā
- نُسْخَتِهَا
- onlardaki yazıda
- hudan
- هُدًى
- yol gösterme
- waraḥmatun
- وَرَحْمَةٌ
- ve rahmet
- lilladhīna
- لِّلَّذِينَ
- için
- hum
- هُمْ
- onlar
- lirabbihim
- لِرَبِّهِمْ
- Rablerinden
- yarhabūna
- يَرْهَبُونَ
- korkanlar
Musa, öfkesi yatışınca, bir nüshasında Rablerinden korkanlar için doğru yol ve rahmet yazılı olan levhaları aldı. ([7] Araf: 154)Tefsir
وَاخْتَارَ مُوْسٰى قَوْمَهٗ سَبْعِيْنَ رَجُلًا لِّمِيْقَاتِنَا ۚفَلَمَّآ اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِّنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۗ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاۤءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۗ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَاۤءُ وَتَهْدِيْ مَنْ تَشَاۤءُۗ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِرِيْنَ ١٥٥
- wa-ikh'tāra
- وَٱخْتَارَ
- ve seçti
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa
- qawmahu
- قَوْمَهُۥ
- kavminden
- sabʿīna
- سَبْعِينَ
- yetmiş
- rajulan
- رَجُلًا
- adam
- limīqātinā
- لِّمِيقَٰتِنَاۖ
- bizimle buluşma vakti için
- falammā
- فَلَمَّآ
- ne zaman ki
- akhadhathumu
- أَخَذَتْهُمُ
- onları yakalayınca
- l-rajfatu
- ٱلرَّجْفَةُ
- sarsıntı
- qāla
- قَالَ
- (Musa) dedi ki
- rabbi
- رَبِّ
- Rabbim
- law
- لَوْ
- şayet
- shi'ta
- شِئْتَ
- dileseydin
- ahlaktahum
- أَهْلَكْتَهُم
- bunları da helak ederdin
- min qablu
- مِّن قَبْلُ
- daha önce
- wa-iyyāya
- وَإِيَّٰىَۖ
- ve beni de
- atuh'likunā
- أَتُهْلِكُنَا
- bizi helak mı edeceksin?
- bimā
- بِمَا
- ötürü
- faʿala
- فَعَلَ
- yaptıklarından
- l-sufahāu
- ٱلسُّفَهَآءُ
- bazı beyinsizlerin
- minnā
- مِنَّآۖ
- içimizden
- in hiya
- إِنْ هِىَ
- bu (iş)
- illā
- إِلَّا
- başka bir şey değildir
- fit'natuka
- فِتْنَتُكَ
- senin imtihanından
- tuḍillu
- تُضِلُّ
- şaşırtırsın
- bihā
- بِهَا
- onunla
- man tashāu
- مَن تَشَآءُ
- dilediğini
- watahdī
- وَتَهْدِى
- ve yol gösterirsin
- man tashāu
- مَن تَشَآءُۖ
- dilediğine
- anta
- أَنتَ
- sen
- waliyyunā
- وَلِيُّنَا
- bizim velimizsin
- fa-igh'fir
- فَٱغْفِرْ
- bağışla
- lanā
- لَنَا
- bizi
- wa-ir'ḥamnā
- وَٱرْحَمْنَاۖ
- ve bize acı
- wa-anta
- وَأَنتَ
- ve sen
- khayru
- خَيْرُ
- en iyisisin
- l-ghāfirīna
- ٱلْغَٰفِرِينَ
- bağışlayanların
Musa, tayin ettiğimiz müddette milletinden yetmiş kişi seçti; onları sarsıntı tutunca dedi ki: "Rabbim! Dileseydin daha önce beni ve onları yok ederdin, aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok eder misin? Bu, Senin imtihanından başka birşey değildir, bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin; bizim dostumuz Sensin; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin." ([7] Araf: 155)Tefsir
۞ وَاكْتُبْ لَنَا فِيْ هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَّفِى الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَآ اِلَيْكَۗ قَالَ عَذَابِيْٓ اُصِيْبُ بِهٖ مَنْ اَشَاۤءُۚ وَرَحْمَتِيْ وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۗ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذِيْنَ يَتَّقُوْنَ وَيُؤْتُوْنَ الزَّكٰوةَ وَالَّذِيْنَ هُمْ بِاٰيٰتِنَا يُؤْمِنُوْنَۚ ١٥٦
- wa-uk'tub
- وَٱكْتُبْ
- ve yaz
- lanā
- لَنَا
- bize
- fī hādhihi
- فِى هَٰذِهِ
- bu
- l-dun'yā
- ٱلدُّنْيَا
- dünyada
- ḥasanatan
- حَسَنَةً
- iyilik
- wafī
- وَفِى
- ve
- l-ākhirati
- ٱلْءَاخِرَةِ
- ahirette
- innā
- إِنَّا
- biz
- hud'nā
- هُدْنَآ
- yöneldik
- ilayka
- إِلَيْكَۚ
- sana
- qāla
- قَالَ
- (Alah) buyurdu ki
- ʿadhābī
- عَذَابِىٓ
- azabıma
- uṣību
- أُصِيبُ
- uğratırım
- bihi
- بِهِۦ
- onu
- man
- مَنْ
- kimseyi
- ashāu
- أَشَآءُۖ
- dilediğim
- waraḥmatī
- وَرَحْمَتِى
- ve rahmetim ise
- wasiʿat
- وَسِعَتْ
- kaplamıştır
- kulla
- كُلَّ
- her
- shayin
- شَىْءٍۚ
- şeyi
- fasa-aktubuhā
- فَسَأَكْتُبُهَا
- onu yazacağım
- lilladhīna
- لِلَّذِينَ
- kimselere
- yattaqūna
- يَتَّقُونَ
- korunanlara
- wayu'tūna
- وَيُؤْتُونَ
- ve verenlere
- l-zakata
- ٱلزَّكَوٰةَ
- zekatı
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- ve kimselere
- hum
- هُم
- onlar
- biāyātinā
- بِـَٔايَٰتِنَا
- ayetlerimize
- yu'minūna
- يُؤْمِنُونَ
- inanıyorlar
"Bu dünyada ve ahirette bizim için güzel olanı yaz; biz Sana yöneldik" dedi. Allah: "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır; bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan peygambere uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir" dedi. ([7] Araf: 156)Tefsir
اَلَّذِيْنَ يَتَّبِعُوْنَ الرَّسُوْلَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذِيْ يَجِدُوْنَهٗ مَكْتُوْبًا عِنْدَهُمْ فِى التَّوْرٰىةِ وَالْاِنْجِيْلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوْفِ وَيَنْهٰىهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبٰتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبٰۤىِٕثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلٰلَ الَّتِيْ كَانَتْ عَلَيْهِمْۗ فَالَّذِيْنَ اٰمَنُوْا بِهٖ وَعَزَّرُوْهُ وَنَصَرُوْهُ وَاتَّبَعُوا النُّوْرَ الَّذِيْٓ اُنْزِلَ مَعَهٗٓ ۙاُولٰۤىِٕكَ هُمُ الْمُفْلِحُوْنَ ࣖ ١٥٧
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- onlar ki
- yattabiʿūna
- يَتَّبِعُونَ
- uyarlar
- l-rasūla
- ٱلرَّسُولَ
- o Elçi'ye
- l-nabiya
- ٱلنَّبِىَّ
- o Peygamber'e
- l-umiya
- ٱلْأُمِّىَّ
- ümmi
- alladhī yajidūnahu
- ٱلَّذِى يَجِدُونَهُۥ
- buldukları
- maktūban
- مَكْتُوبًا
- yazılı
- ʿindahum
- عِندَهُمْ
- yanlarında
- fī l-tawrāti
- فِى ٱلتَّوْرَىٰةِ
- Tevrat
- wal-injīli
- وَٱلْإِنجِيلِ
- ve İncil'de
- yamuruhum
- يَأْمُرُهُم
- kendilerine emreden
- bil-maʿrūfi
- بِٱلْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- wayanhāhum
- وَيَنْهَىٰهُمْ
- ve kendilerini meneden
- ʿani l-munkari
- عَنِ ٱلْمُنكَرِ
- kötülükten
- wayuḥillu
- وَيُحِلُّ
- ve helal kılan
- lahumu
- لَهُمُ
- onlara
- l-ṭayibāti
- ٱلطَّيِّبَٰتِ
- güzel şeyleri
- wayuḥarrimu
- وَيُحَرِّمُ
- ve haram kılan
- ʿalayhimu
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- l-khabāitha
- ٱلْخَبَٰٓئِثَ
- çirkin şeyleri
- wayaḍaʿu
- وَيَضَعُ
- ve kaldırıp atan
- ʿanhum
- عَنْهُمْ
- onlardan
- iṣ'rahum
- إِصْرَهُمْ
- ağırlıkları
- wal-aghlāla
- وَٱلْأَغْلَٰلَ
- ve prangaları
- allatī
- ٱلَّتِى
- öyle ki
- kānat
- كَانَتْ
- idiler
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْۚ
- onların üzerinde
- fa-alladhīna
- فَٱلَّذِينَ
- artık onlar
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inananlar
- bihi
- بِهِۦ
- O'na
- waʿazzarūhu
- وَعَزَّرُوهُ
- ve O'na saygı gösterenler
- wanaṣarūhu
- وَنَصَرُوهُ
- ve O'na yardım edenler
- wa-ittabaʿū
- وَٱتَّبَعُوا۟
- ve uyanlar
- l-nūra
- ٱلنُّورَ
- nura
- alladhī unzila
- ٱلَّذِىٓ أُنزِلَ
- indirilen
- maʿahu
- مَعَهُۥٓۙ
- O'nunla beraber
- ulāika
- أُو۟لَٰٓئِكَ
- işte
- humu
- هُمُ
- onlar
- l-muf'liḥūna
- ٱلْمُفْلِحُونَ
- felaha erenlerdir
"Bu dünyada ve ahirette bizim için güzel olanı yaz; biz Sana yöneldik" dedi. Allah: "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır; bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan peygambere uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir" dedi. ([7] Araf: 157)Tefsir
قُلْ يٰٓاَيُّهَا النَّاسُ اِنِّيْ رَسُوْلُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَمِيْعًا ۨالَّذِيْ لَهٗ مُلْكُ السَّمٰوٰتِ وَالْاَرْضِۚ لَآ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْيٖ وَيُمِيْتُۖ فَاٰمِنُوْا بِاللّٰهِ وَرَسُوْلِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذِيْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمٰتِهٖ وَاتَّبِعُوْهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُوْنَ ١٥٨
- qul
- قُلْ
- de ki
- yāayyuhā
- يَٰٓأَيُّهَا
- Ey
- l-nāsu
- ٱلنَّاسُ
- insanlar
- innī
- إِنِّى
- muhakkak ben
- rasūlu
- رَسُولُ
- Elçisiyim
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- ilaykum
- إِلَيْكُمْ
- sizin
- jamīʿan
- جَمِيعًا
- hepinize
- alladhī lahu
- ٱلَّذِى لَهُۥ
- onundur
- mul'ku
- مُلْكُ
- mülkü
- l-samāwāti
- ٱلسَّمَٰوَٰتِ
- göklerin
- wal-arḍi
- وَٱلْأَرْضِۖ
- ve yerin
- lā
- لَآ
- yoktur
- ilāha
- إِلَٰهَ
- tanrı
- illā
- إِلَّا
- başka
- huwa
- هُوَ
- kendisinden
- yuḥ'yī
- يُحْىِۦ
- yaşatır
- wayumītu
- وَيُمِيتُۖ
- ve öldürür
- faāminū
- فَـَٔامِنُوا۟
- gelin inanın
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah'a
- warasūlihi
- وَرَسُولِهِ
- ve O'nun Elçisine
- l-nabiyi
- ٱلنَّبِىِّ
- peygamberi
- l-umiyi
- ٱلْأُمِّىِّ
- ümmi
- alladhī
- ٱلَّذِى
- ki o
- yu'minu
- يُؤْمِنُ
- inanmaktadır
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah'a
- wakalimātihi
- وَكَلِمَٰتِهِۦ
- ve O'nun sözlerine
- wa-ittabiʿūhu
- وَٱتَّبِعُوهُ
- O'na uyun ki
- laʿallakum
- لَعَلَّكُمْ
- belki
- tahtadūna
- تَهْتَدُونَ
- doğru yolu bulursunuz
De ki: "Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız." ([7] Araf: 158)Tefsir
وَمِنْ قَوْمِ مُوْسٰٓى اُمَّةٌ يَّهْدُوْنَ بِالْحَقِّ وَبِهٖ يَعْدِلُوْنَ ١٥٩
- wamin
- وَمِن
- ve
- qawmi
- قَوْمِ
- kavminden
- mūsā
- مُوسَىٰٓ
- Musa'nın
- ummatun
- أُمَّةٌ
- bir topluluk vardır
- yahdūna
- يَهْدُونَ
- hakka götüren
- bil-ḥaqi
- بِٱلْحَقِّ
- doğrulukla
- wabihi
- وَبِهِۦ
- ve onunla
- yaʿdilūna
- يَعْدِلُونَ
- adalet yapan
Musa'nın milletinden bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederlerdi. ([7] Araf: 159)Tefsir
وَقَطَّعْنٰهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطًا اُمَمًاۗ وَاَوْحَيْنَآ اِلٰى مُوْسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰىهُ قَوْمُهٗٓ اَنِ اضْرِبْ بِّعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْۢبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًاۗ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْۗ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۗ كُلُوْا مِنْ طَيِّبٰتِ مَا رَزَقْنٰكُمْۗ وَمَا ظَلَمُوْنَا وَلٰكِنْ كَانُوْٓا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُوْنَ ١٦٠
- waqaṭṭaʿnāhumu
- وَقَطَّعْنَٰهُمُ
- ve biz onları ayırdık
- ith'natay
- ٱثْنَتَىْ
- iki (oniki)
- ʿashrata
- عَشْرَةَ
- on (oniki)
- asbāṭan
- أَسْبَاطًا
- kabileye
- umaman
- أُمَمًاۚ
- ümmetler halinde
- wa-awḥaynā
- وَأَوْحَيْنَآ
- vahyettik
- ilā mūsā
- إِلَىٰ مُوسَىٰٓ
- Musa'ya
- idhi
- إِذِ
- zaman
- is'tasqāhu
- ٱسْتَسْقَىٰهُ
- su istediği
- qawmuhu
- قَوْمُهُۥٓ
- kavmin
- ani
- أَنِ
- diye
- iḍ'rib
- ٱضْرِب
- vur
- biʿaṣāka
- بِّعَصَاكَ
- asanla
- l-ḥajara
- ٱلْحَجَرَۖ
- taşa
- fa-inbajasat
- فَٱنۢبَجَسَتْ
- ve fışkırdı
- min'hu
- مِنْهُ
- ondan (taştan)
- ith'natā
- ٱثْنَتَا
- iki (oniki)
- ʿashrata
- عَشْرَةَ
- on (oniki)
- ʿaynan
- عَيْنًاۖ
- göze
- qad
- قَدْ
- şüphesiz
- ʿalima
- عَلِمَ
- bildi
- kullu
- كُلُّ
- her
- unāsin
- أُنَاسٍ
- kabile
- mashrabahum
- مَّشْرَبَهُمْۚ
- içeceği yeri
- waẓallalnā
- وَظَلَّلْنَا
- ve gölge yaptık
- ʿalayhimu
- عَلَيْهِمُ
- üzerlerine
- l-ghamāma
- ٱلْغَمَٰمَ
- bulutla
- wa-anzalnā
- وَأَنزَلْنَا
- ve indirdik
- ʿalayhimu
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- l-mana
- ٱلْمَنَّ
- kudret helvası
- wal-salwā
- وَٱلسَّلْوَىٰۖ
- ve bıldırcın eti
- kulū
- كُلُوا۟
- yeyin
- min ṭayyibāti
- مِن طَيِّبَٰتِ
- güzel olanlardan
- mā
- مَا
- şeylerden
- razaqnākum
- رَزَقْنَٰكُمْۚ
- sizi rızıklandırdığımız
- wamā
- وَمَا
- ama
- ẓalamūnā
- ظَلَمُونَا
- onlar bize zulmetmediler
- walākin
- وَلَٰكِن
- fakat
- kānū
- كَانُوٓا۟
- onlar
- anfusahum
- أَنفُسَهُمْ
- kendi kendilerine
- yaẓlimūna
- يَظْلِمُونَ
- zulmediyorlardı
Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık. Milleti Musa'dan su isteyince ona: "Asanla taşa vur" diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, "Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin" dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı. ([7] Araf: 160)Tefsir