وَاِذْ اَنْجَيْنٰكُمْ مِّنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُوْمُوْنَكُمْ سُوْۤءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُوْنَ اَبْنَاۤءَكُمْ وَيَسْتَحْيُوْنَ نِسَاۤءَكُمْۗ وَفِيْ ذٰلِكُمْ بَلَاۤءٌ مِّنْ رَّبِّكُمْ عَظِيْمٌ ࣖ ١٤١
- wa-idh
- وَإِذْ
- ve hani
- anjaynākum
- أَنجَيْنَٰكُم
- biz sizi kurtarmıştık
- min āli
- مِّنْ ءَالِ
- ailesinden
- fir'ʿawna
- فِرْعَوْنَ
- Fir'avn
- yasūmūnakum
- يَسُومُونَكُمْ
- onlar size yapıyorlardı
- sūa
- سُوٓءَ
- en kötüsünü
- l-ʿadhābi
- ٱلْعَذَابِۖ
- azabın
- yuqattilūna
- يُقَتِّلُونَ
- öldürüyorlardı
- abnāakum
- أَبْنَآءَكُمْ
- oğullarınızı
- wayastaḥyūna
- وَيَسْتَحْيُونَ
- ve sağ bırakıyorlardı
- nisāakum
- نِسَآءَكُمْۚ
- kadınlarınızı
- wafī
- وَفِى
- ve vardı
- dhālikum
- ذَٰلِكُم
- bunda size
- balāon
- بَلَآءٌ
- bir imtihan
- min
- مِّن
- tarafından
- rabbikum
- رَّبِّكُمْ
- Rabbiniz
- ʿaẓīmun
- عَظِيمٌ
- büyük bir
Sizi kötü azaba sokan, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı öldüren Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. ([7] Araf: 141)Tefsir
۞ وَوٰعَدْنَا مُوْسٰى ثَلٰثِيْنَ لَيْلَةً وَّاَتْمَمْنٰهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيْقَاتُ رَبِّهٖٓ اَرْبَعِيْنَ لَيْلَةً ۚوَقَالَ مُوْسٰى لِاَخِيْهِ هٰرُوْنَ اخْلُفْنِيْ فِيْ قَوْمِيْ وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِعْ سَبِيْلَ الْمُفْسِدِيْنَ ١٤٢
- wawāʿadnā
- وَوَٰعَدْنَا
- ve sözleştik
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa ile
- thalāthīna
- ثَلَٰثِينَ
- otuz
- laylatan
- لَيْلَةً
- gece
- wa-atmamnāhā
- وَأَتْمَمْنَٰهَا
- ve buna kattık
- biʿashrin
- بِعَشْرٍ
- on (gece daha)
- fatamma
- فَتَمَّ
- böylece tamamlandı
- mīqātu
- مِيقَٰتُ
- tayin ettiği vakit
- rabbihi
- رَبِّهِۦٓ
- Rabbinin
- arbaʿīna
- أَرْبَعِينَ
- kırk
- laylatan
- لَيْلَةًۚ
- geceye
- waqāla
- وَقَالَ
- dedi ki
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa
- li-akhīhi
- لِأَخِيهِ
- kardeşi
- hārūna
- هَٰرُونَ
- Harun'a
- ukh'luf'nī
- ٱخْلُفْنِى
- benim yerime geç
- fī
- فِى
- içinde
- qawmī
- قَوْمِى
- kavmim
- wa-aṣliḥ
- وَأَصْلِحْ
- ve ıslah et
- walā
- وَلَا
- ve
- tattabiʿ
- تَتَّبِعْ
- uyma
- sabīla
- سَبِيلَ
- yoluna
- l-muf'sidīna
- ٱلْمُفْسِدِينَ
- bozguncuların
Musa'ya otuz gece vade verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabbinin tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a, "Milletim içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme" dedi. ([7] Araf: 142)Tefsir
وَلَمَّا جَاۤءَ مُوْسٰى لِمِيْقَاتِنَا وَكَلَّمَهٗ رَبُّهٗۙ قَالَ رَبِّ اَرِنِيْٓ اَنْظُرْ اِلَيْكَۗ قَالَ لَنْ تَرٰىنِيْ وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهٗ فَسَوْفَ تَرٰىنِيْۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهٗ لِلْجَبَلِ جَعَلَهٗ دَكًّا وَّخَرَّ مُوْسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّآ اَفَاقَ قَالَ سُبْحٰنَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۠ اَوَّلُ الْمُؤْمِنِيْنَ ١٤٣
- walammā
- وَلَمَّا
- ne zaman ki
- jāa
- جَآءَ
- gelip de
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa
- limīqātinā
- لِمِيقَٰتِنَا
- tayin ettiğimiz vakitte
- wakallamahu
- وَكَلَّمَهُۥ
- ve ona konuşunca
- rabbuhu
- رَبُّهُۥ
- Rabbi
- qāla
- قَالَ
- dedi
- rabbi
- رَبِّ
- Rabbim
- arinī
- أَرِنِىٓ
- bana görün
- anẓur
- أَنظُرْ
- bakayım
- ilayka
- إِلَيْكَۚ
- sana
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- lan tarānī
- لَن تَرَىٰنِى
- sen beni göremezsin
- walākini
- وَلَٰكِنِ
- fakat
- unẓur
- ٱنظُرْ
- bak
- ilā l-jabali
- إِلَى ٱلْجَبَلِ
- dağa
- fa-ini
- فَإِنِ
- eğer
- is'taqarra
- ٱسْتَقَرَّ
- durursa
- makānahu
- مَكَانَهُۥ
- yerinde
- fasawfa
- فَسَوْفَ
- o zaman
- tarānī
- تَرَىٰنِىۚ
- sen de beni göreceksin
- falammā
- فَلَمَّا
- ne zaman ki
- tajallā
- تَجَلَّىٰ
- görününce
- rabbuhu
- رَبُّهُۥ
- Rabbi
- lil'jabali
- لِلْجَبَلِ
- dağa
- jaʿalahu
- جَعَلَهُۥ
- onu etti
- dakkan
- دَكًّا
- darmadağın
- wakharra
- وَخَرَّ
- ve bayılarak
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa
- ṣaʿiqan
- صَعِقًاۚ
- düştü
- falammā
- فَلَمَّآ
- ne zaman ki
- afāqa
- أَفَاقَ
- ayılınca
- qāla
- قَالَ
- dedi
- sub'ḥānaka
- سُبْحَٰنَكَ
- Sen yücesin
- tub'tu
- تُبْتُ
- tevbe ettim
- ilayka
- إِلَيْكَ
- sana
- wa-anā
- وَأَنَا۠
- ve ben
- awwalu
- أَوَّلُ
- ilkiyim
- l-mu'minīna
- ٱلْمُؤْمِنِينَ
- inananların
Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: "Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım" dedi. Allah: "Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin" buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerlebir etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: "Yarabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim" dedi. ([7] Araf: 143)Tefsir
قَالَ يٰمُوْسٰٓى اِنِّى اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسٰلٰتِيْ وَبِكَلَامِيْ ۖفَخُذْ مَآ اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِّنَ الشّٰكِرِيْنَ ١٤٤
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- yāmūsā
- يَٰمُوسَىٰٓ
- Ey Musa
- innī
- إِنِّى
- şüphesiz ben
- iṣ'ṭafaytuka
- ٱصْطَفَيْتُكَ
- seni seçtim
- ʿalā
- عَلَى
- üzeine
- l-nāsi
- ٱلنَّاسِ
- insanlar
- birisālātī
- بِرِسَٰلَٰتِى
- mesajlarımla
- wabikalāmī
- وَبِكَلَٰمِى
- ve konuşmamla
- fakhudh
- فَخُذْ
- al
- mā
- مَآ
- şeyi
- ātaytuka
- ءَاتَيْتُكَ
- sana verdiğim
- wakun
- وَكُن
- ve ol
- mina l-shākirīna
- مِّنَ ٱلشَّٰكِرِينَ
- şükredenlerden
"Ey Musa! Verdiklerimle ve seninle konuşmamla seni insanlar arasından seçtim; sana verdiğimi al ve şükret" dedi. ([7] Araf: 144)Tefsir
وَكَتَبْنَا لَهٗ فِى الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَّوْعِظَةً وَّتَفْصِيْلًا لِّكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَّأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوْا بِاَحْسَنِهَا ۗسَاُورِيْكُمْ دَارَ الْفٰسِقِيْنَ ١٤٥
- wakatabnā
- وَكَتَبْنَا
- ve yazdık
- lahu
- لَهُۥ
- O'nun (Musa) için
- fī l-alwāḥi
- فِى ٱلْأَلْوَاحِ
- levhalara
- min
- مِن
- ne varsa
- kulli
- كُلِّ
- her
- shayin
- شَىْءٍ
- şeyi
- mawʿiẓatan
- مَّوْعِظَةً
- öğüte dair
- watafṣīlan
- وَتَفْصِيلًا
- ve açıklamasına dair
- likulli
- لِّكُلِّ
- her
- shayin
- شَىْءٍ
- şeyin
- fakhudh'hā
- فَخُذْهَا
- bunları tut
- biquwwatin
- بِقُوَّةٍ
- kuvvetle
- wamur
- وَأْمُرْ
- ve emret
- qawmaka
- قَوْمَكَ
- kavmine
- yakhudhū
- يَأْخُذُوا۟
- tutsunlar
- bi-aḥsanihā
- بِأَحْسَنِهَاۚ
- bunların en güzelini
- sa-urīkum
- سَأُو۟رِيكُمْ
- size göstereceğim
- dāra
- دَارَ
- yurdunu
- l-fāsiqīna
- ٱلْفَٰسِقِينَ
- yoldan çıkmışların
Ona levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık; onlara sıkıca sarıl, milletine de emret en güzel şekilde tutsunlar. Size Allah'a karşı gelenlerin yurdunu göstereceğim. ([7] Araf: 145)Tefsir
سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيٰتِيَ الَّذِيْنَ يَتَكَبَّرُوْنَ فِى الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۗ وَاِنْ يَّرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَّا يُؤْمِنُوْا بِهَاۚ وَاِنْ يَّرَوْا سَبِيْلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوْهُ سَبِيْلًاۚ وَاِنْ يَّرَوْا سَبِيْلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوْهُ سَبِيْلًاۗ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوْا بِاٰيٰتِنَا وَكَانُوْا عَنْهَا غٰفِلِيْنَ ١٤٦
- sa-aṣrifu
- سَأَصْرِفُ
- uzaklaştıracağım
- ʿan āyātiya
- عَنْ ءَايَٰتِىَ
- ayetlerimden
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseleri
- yatakabbarūna
- يَتَكَبَّرُونَ
- büyüklenenleri
- fī l-arḍi
- فِى ٱلْأَرْضِ
- yeryüzünde
- bighayri
- بِغَيْرِ
- olmaksızın
- l-ḥaqi
- ٱلْحَقِّ
- hak
- wa-in
- وَإِن
- ve eğer
- yaraw
- يَرَوْا۟
- onlar görseler
- kulla
- كُلَّ
- her
- āyatin
- ءَايَةٍ
- ayeti
- lā yu'minū
- لَّا يُؤْمِنُوا۟
- yine inanmazlar
- bihā
- بِهَا
- ona
- wa-in
- وَإِن
- ve eğer
- yaraw
- يَرَوْا۟
- görseler
- sabīla
- سَبِيلَ
- yolu
- l-rush'di
- ٱلرُّشْدِ
- doğru
- lā yattakhidhūhu
- لَا يَتَّخِذُوهُ
- onu edinmezler
- sabīlan
- سَبِيلًا
- yol
- wa-in
- وَإِن
- ama eğer
- yaraw
- يَرَوْا۟
- görseler
- sabīla
- سَبِيلَ
- yolunu
- l-ghayi
- ٱلْغَىِّ
- azgınlık
- yattakhidhūhu
- يَتَّخِذُوهُ
- onu edinirler
- sabīlan
- سَبِيلًاۚ
- yol
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- öyle
- bi-annahum
- بِأَنَّهُمْ
- çünkü onlar
- kadhabū
- كَذَّبُوا۟
- yalanladılar
- biāyātinā
- بِـَٔايَٰتِنَا
- ayetlerimizi
- wakānū
- وَكَانُوا۟
- ve oldular
- ʿanhā
- عَنْهَا
- onları
- ghāfilīna
- غَٰفِلِينَ
- umursamaz
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler; azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu, onların mucizelerimizi yalan saymaları ve onlardan habersiz görünmelerinden ileri gelir. ([7] Araf: 146)Tefsir
وَالَّذِيْنَ كَذَّبُوْا بِاٰيٰتِنَا وَلِقَاۤءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۗ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوْا يَعْمَلُوْنَ ࣖ ١٤٧
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- ve kimselerin
- kadhabū
- كَذَّبُوا۟
- yalanlayanların
- biāyātinā
- بِـَٔايَٰتِنَا
- ayetlerimizi
- waliqāi
- وَلِقَآءِ
- ve kavuşmayı
- l-ākhirati
- ٱلْءَاخِرَةِ
- ahirete
- ḥabiṭat
- حَبِطَتْ
- boşa çıkmıştır
- aʿmāluhum
- أَعْمَٰلُهُمْۚ
- eylemleri
- hal yuj'zawna
- هَلْ يُجْزَوْنَ
- onlar ceza mı görüyorlar?
- illā
- إِلَّا
- dışında
- mā
- مَا
- şeyler ile
- kānū
- كَانُوا۟
- oldukları
- yaʿmalūna
- يَعْمَلُونَ
- yapıyor
Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir. Onlar işlediklerinin karşılığından başka bir şeyle mi cezalanırlar? ([7] Araf: 147)Tefsir
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوْسٰى مِنْۢ بَعْدِهٖ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَّهٗ خُوَارٌۗ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهٗ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْدِيْهِمْ سَبِيْلًاۘ اِتَّخَذُوْهُ وَكَانُوْا ظٰلِمِيْنَ ١٤٨
- wa-ittakhadha
- وَٱتَّخَذَ
- ve benimsediler
- qawmu
- قَوْمُ
- kavmi
- mūsā
- مُوسَىٰ
- Musa'nın
- min baʿdihi
- مِنۢ بَعْدِهِۦ
- kendisinden sonra
- min ḥuliyyihim
- مِنْ حُلِيِّهِمْ
- zinetlerinden yapılmış
- ʿij'lan
- عِجْلًا
- bir buzağı
- jasadan
- جَسَدًا
- heykelini
- lahu
- لَّهُۥ
- vardı onun
- khuwārun
- خُوَارٌۚ
- böğürmesi
- alam yaraw
- أَلَمْ يَرَوْا۟
- görmediler mi ki
- annahu
- أَنَّهُۥ
- o
- lā yukallimuhum
- لَا يُكَلِّمُهُمْ
- ne kendilerine söz söylüyor
- walā yahdīhim
- وَلَا يَهْدِيهِمْ
- ne de onlara gösteriyor
- sabīlan
- سَبِيلًاۘ
- bir yol
- ittakhadhūhu
- ٱتَّخَذُوهُ
- onu benimsediler
- wakānū
- وَكَانُوا۟
- ve oldular
- ẓālimīna
- ظَٰلِمِينَ
- zalimler(den)
Musa'nın ardından milleti, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler. O buzağının kendileriyle konuşmadığını ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler. ([7] Araf: 148)Tefsir
وَلَمَّا سُقِطَ فِيْٓ اَيْدِيْهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّوْاۙ قَالُوْا لَىِٕنْ لَّمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُوْنَنَّ مِنَ الْخٰسِرِيْنَ ١٤٩
- walammā
- وَلَمَّا
- ne zaman ki
- suqiṭa
- سُقِطَ
- düşürüldü
- fī
- فِىٓ
- arasına
- aydīhim
- أَيْدِيهِمْ
- (başları) ellerinin
- wara-aw
- وَرَأَوْا۟
- ve gör(üp anla)dılar
- annahum
- أَنَّهُمْ
- kendilerinin
- qad
- قَدْ
- gerçekten
- ḍallū
- ضَلُّوا۟
- sapmış olduklarını
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- la-in
- لَئِن
- eğer
- lam yarḥamnā
- لَّمْ يَرْحَمْنَا
- bize acımazsa
- rabbunā
- رَبُّنَا
- Rabbimiz
- wayaghfir
- وَيَغْفِرْ
- ve bağışlamazsa
- lanā
- لَنَا
- bizi
- lanakūnanna
- لَنَكُونَنَّ
- elbette oluruz
- mina l-khāsirīna
- مِنَ ٱلْخَٰسِرِينَ
- ziyana uğrayanlardan
Elleri böğründe, çaresiz kalıp, kendilerinin sapıtmış olduklarını görünce: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, and olsun ki mahvoluruz" dediler. ([7] Araf: 149)Tefsir
وَلَمَّا رَجَعَ مُوْسٰٓى اِلٰى قَوْمِهٖ غَضْبَانَ اَسِفًاۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُوْنِيْ مِنْۢ بَعْدِيْۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخِيْهِ يَجُرُّهٗٓ اِلَيْهِ ۗقَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُوْنِيْ وَكَادُوْا يَقْتُلُوْنَنِيْۖ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَاۤءَ وَلَا تَجْعَلْنِيْ مَعَ الْقَوْمِ الظّٰلِمِيْنَ ١٥٠
- walammā
- وَلَمَّا
- zaman
- rajaʿa
- رَجَعَ
- döndü(ğü)
- mūsā
- مُوسَىٰٓ
- Musa
- ilā qawmihi
- إِلَىٰ قَوْمِهِۦ
- kavmine
- ghaḍbāna
- غَضْبَٰنَ
- kızgın
- asifan
- أَسِفًا
- ve üzgün bir halde
- qāla
- قَالَ
- dedi
- bi'samā
- بِئْسَمَا
- ne kötü işler yaptınız?
- khalaftumūnī
- خَلَفْتُمُونِى
- arkamdan
- min baʿdī
- مِنۢ بَعْدِىٓۖ
- benden sonra
- aʿajil'tum
- أَعَجِلْتُمْ
- acele mi ettiniz?
- amra
- أَمْرَ
- emrini (beklemeyip)
- rabbikum
- رَبِّكُمْۖ
- Rabbinizin
- wa-alqā
- وَأَلْقَى
- ve yere attı
- l-alwāḥa
- ٱلْأَلْوَاحَ
- levhaları
- wa-akhadha
- وَأَخَذَ
- ve tuttu
- birasi
- بِرَأْسِ
- başını
- akhīhi
- أَخِيهِ
- kardeşinin
- yajurruhu
- يَجُرُّهُۥٓ
- çekmeye başladı
- ilayhi
- إِلَيْهِۚ
- kendine doğru
- qāla
- قَالَ
- (Kardeşi) dedi
- ib'na
- ٱبْنَ
- oğlu
- umma
- أُمَّ
- anamın
- inna
- إِنَّ
- gerçekten
- l-qawma
- ٱلْقَوْمَ
- bu insanlar
- is'taḍʿafūnī
- ٱسْتَضْعَفُونِى
- beni hırpaladılar
- wakādū
- وَكَادُوا۟
- ve az daha
- yaqtulūnanī
- يَقْتُلُونَنِى
- beni öldürüyorlardı
- falā tush'mit
- فَلَا تُشْمِتْ
- güldürme
- biya
- بِىَ
- üstüme
- l-aʿdāa
- ٱلْأَعْدَآءَ
- düşmanları
- walā
- وَلَا
- asla
- tajʿalnī
- تَجْعَلْنِى
- beni tutma
- maʿa
- مَعَ
- beraber
- l-qawmi
- ٱلْقَوْمِ
- bu kavimle
- l-ẓālimīna
- ٱلظَّٰلِمِينَ
- zalim
Musa, milletine, kızgın ve üzgün olarak dönünce "Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?" dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti. Harun: "Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zalim milletle bir sayma" dedi. ([7] Araf: 150)Tefsir