قَالُوْا سُبْحٰنَكَ اَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُوْنِهِمْ ۚبَلْ كَانُوْا يَعْبُدُوْنَ الْجِنَّ اَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُّؤْمِنُوْنَ ٤١
- qālū
- قَالُوا۟
- derler ki
- sub'ḥānaka
- سُبْحَٰنَكَ
- sen yücesin
- anta
- أَنتَ
- sensin
- waliyyunā
- وَلِيُّنَا
- bizim velimiz
- min dūnihim
- مِن دُونِهِمۖ
- onlar değil
- bal
- بَلْ
- hayır
- kānū
- كَانُوا۟
- onlar
- yaʿbudūna
- يَعْبُدُونَ
- tapıyorlardı
- l-jina
- ٱلْجِنَّۖ
- cinlere
- aktharuhum
- أَكْثَرُهُم
- çokları
- bihim
- بِهِم
- onlara
- mu'minūna
- مُّؤْمِنُونَ
- inanıyorlardı
Melekler: "Haşa, bizim dostumuz onlar değil, Sensin. Hayır; onlar bize değil cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı" derler. ([34] Sebe: 41)Tefsir
فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَّفْعًا وَّلَا ضَرًّا ۗوَنَقُوْلُ لِلَّذِيْنَ ظَلَمُوْا ذُوْقُوْا عَذَابَ النَّارِ الَّتِيْ كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُوْنَ ٤٢
- fal-yawma
- فَٱلْيَوْمَ
- o gün
- lā yamliku
- لَا يَمْلِكُ
- gücü yetmez
- baʿḍukum
- بَعْضُكُمْ
- birinizin
- libaʿḍin
- لِبَعْضٍ
- diğerine
- nafʿan
- نَّفْعًا
- bir fayda vermeye
- walā
- وَلَا
- ve (yetmez)
- ḍarran
- ضَرًّا
- zarar vermeğe
- wanaqūlu
- وَنَقُولُ
- biz deriz
- lilladhīna
- لِلَّذِينَ
- kimselere
- ẓalamū
- ظَلَمُوا۟
- zulmeden(lere)
- dhūqū
- ذُوقُوا۟
- tadın
- ʿadhāba
- عَذَابَ
- azabını
- l-nāri
- ٱلنَّارِ
- ateş
- allatī kuntum
- ٱلَّتِى كُنتُم
- olduğunuz
- bihā
- بِهَا
- onu
- tukadhibūna
- تُكَذِّبُونَ
- yalanlamakta
Zalimlere: "Yalanladığınız ateşin azabını tadın, bugün birbirinize ne fayda ve ne de zarar verebilirsiniz" deriz. ([34] Sebe: 42)Tefsir
وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيٰتُنَا بَيِّنٰتٍ قَالُوْا مَا هٰذَآ اِلَّا رَجُلٌ يُّرِيْدُ اَنْ يَّصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَاۤؤُكُمْ ۚوَقَالُوْا مَا هٰذَآ اِلَّآ اِفْكٌ مُّفْتَرًىۗ وَقَالَ الَّذِيْنَ كَفَرُوْا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاۤءَهُمْۙ اِنْ هٰذَآ اِلَّا سِحْرٌ مُّبِيْنٌ ٤٣
- wa-idhā
- وَإِذَا
- ve zaman
- tut'lā
- تُتْلَىٰ
- okunduğu
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- āyātunā
- ءَايَٰتُنَا
- ayetlerimiz
- bayyinātin
- بَيِّنَٰتٍ
- açık açık
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- mā
- مَا
- değildir
- hādhā
- هَٰذَآ
- bu
- illā
- إِلَّا
- başka bir şey
- rajulun
- رَجُلٌ
- bir adamdan
- yurīdu
- يُرِيدُ
- isteyen
- an yaṣuddakum
- أَن يَصُدَّكُمْ
- sizi çevirmek
- ʿammā kāna
- عَمَّا كَانَ
- olduğu(tanrılar)dan
- yaʿbudu
- يَعْبُدُ
- tapıyor
- ābāukum
- ءَابَآؤُكُمْ
- babalarınızın
- waqālū
- وَقَالُوا۟
- ve dediler ki
- mā
- مَا
- değildir
- hādhā
- هَٰذَآ
- bu
- illā
- إِلَّآ
- başka bir şey
- if'kun
- إِفْكٌ
- bir yalandan
- muf'taran
- مُّفْتَرًىۚ
- uydurulmuş
- waqāla
- وَقَالَ
- ve dediler
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- kafarū
- كَفَرُوا۟
- inkar eden(ler)
- lil'ḥaqqi
- لِلْحَقِّ
- hakkı
- lammā jāahum
- لَمَّا جَآءَهُمْ
- kendilerine gelen
- in
- إِنْ
- değildir
- hādhā
- هَٰذَآ
- bu
- illā
- إِلَّا
- başkası
- siḥ'run
- سِحْرٌ
- bir büyüden
- mubīnun
- مُّبِينٌ
- apaçık
Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman: "Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor" derlerdi. "Bu Kuran düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir" derlerdi. Hak, inkar edenlere geldiğinde, onun için: "Bu apaçık bir büyüdür" demişlerdi. ([34] Sebe: 43)Tefsir
وَمَآ اٰتَيْنٰهُمْ مِّنْ كُتُبٍ يَّدْرُسُوْنَهَا وَمَآ اَرْسَلْنَآ اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَّذِيْرٍۗ ٤٤
- wamā ātaynāhum
- وَمَآ ءَاتَيْنَٰهُم
- biz onlara vermemiştik
- min
- مِّن
- hiçbir
- kutubin
- كُتُبٍ
- Kitap
- yadrusūnahā
- يَدْرُسُونَهَاۖ
- okuyacakları
- wamā
- وَمَآ
- ve
- arsalnā
- أَرْسَلْنَآ
- göndermemiştik
- ilayhim
- إِلَيْهِمْ
- onlara
- qablaka
- قَبْلَكَ
- senden önce
- min
- مِن
- hiçbir
- nadhīrin
- نَّذِيرٍ
- uyarıcı
Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik. ([34] Sebe: 44)Tefsir
وَكَذَّبَ الَّذِيْنَ مِنْ قَبْلِهِمْۙ وَمَا بَلَغُوْا مِعْشَارَ مَآ اٰتَيْنٰهُمْ فَكَذَّبُوْا رُسُلِيْۗ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيْرِ ࣖ ٤٥
- wakadhaba
- وَكَذَّبَ
- yalanlanmışlardı
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- min qablihim
- مِن قَبْلِهِمْ
- onlardan önceki(ler)
- wamā
- وَمَا
- ve
- balaghū
- بَلَغُوا۟
- erişmemişlerdir
- miʿ'shāra
- مِعْشَارَ
- onda birine bile
- mā ātaynāhum
- مَآ ءَاتَيْنَٰهُمْ
- onlara verdiklerimizin
- fakadhabū
- فَكَذَّبُوا۟
- fakat yalanladılar
- rusulī
- رُسُلِىۖ
- elçilerimi
- fakayfa
- فَكَيْفَ
- ama nasıl
- kāna
- كَانَ
- oldu
- nakīri
- نَكِيرِ
- benim inkarım
Kendilerinden önce gelenleri de yalanlamışlardı; oysa bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile erişememişlerdi. Böyleyken peygamberlerimizi yalanladılar; Beni inkar etmek nasıl olur? ([34] Sebe: 45)Tefsir
۞ قُلْ اِنَّمَآ اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍۚ اَنْ تَقُوْمُوْا لِلّٰهِ مَثْنٰى وَفُرَادٰى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوْاۗ مَا بِصَاحِبِكُمْ مِّنْ جِنَّةٍۗ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذِيْرٌ لَّكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيْدٍ ٤٦
- qul
- قُلْ
- de ki
- innamā
- إِنَّمَآ
- sadece
- aʿiẓukum
- أَعِظُكُم
- size öğütleyeyim
- biwāḥidatin
- بِوَٰحِدَةٍۖ
- bir tek (şeyi)
- an
- أَن
- (şu ki;)
- taqūmū
- تَقُومُوا۟
- kalkın
- lillahi
- لِلَّهِ
- Allah için
- mathnā
- مَثْنَىٰ
- ikişer ikişer
- wafurādā
- وَفُرَٰدَىٰ
- ve teker teker
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- tatafakkarū
- تَتَفَكَّرُوا۟ۚ
- düşünün ki
- mā
- مَا
- yoktur
- biṣāḥibikum
- بِصَاحِبِكُم
- arkadaşınızda
- min
- مِّن
- hiçbir
- jinnatin
- جِنَّةٍۚ
- delilik
- in huwa
- إِنْ هُوَ
- O
- illā
- إِلَّا
- ancak
- nadhīrun
- نَذِيرٌ
- bir uyarıcıdır
- lakum
- لَّكُم
- sizin için
- bayna
- بَيْنَ
- öncesinde
- yaday
- يَدَىْ
- öncesinde
- ʿadhābin
- عَذَابٍ
- bir azabın
- shadīdin
- شَدِيدٍ
- çetin
De ki: "Size tek bir öğüdüm vardır: Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki arkadaşınızda bir delilik yoktur. O yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi uyarmaktadır." ([34] Sebe: 46)Tefsir
قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِّنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْۗ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ۚوَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيْدٌ ٤٧
- qul
- قُلْ
- de ki
- mā sa-altukum
- مَا سَأَلْتُكُم
- ben sizden istemedim
- min
- مِّنْ
- hiçbir
- ajrin
- أَجْرٍ
- ücret
- fahuwa
- فَهُوَ
- o
- lakum
- لَكُمْۖ
- sizindir
- in ajriya
- إِنْ أَجْرِىَ
- benim ücretim
- illā
- إِلَّا
- yalnız
- ʿalā
- عَلَى
- aittir;
- l-lahi
- ٱللَّهِۖ
- Allah'a
- wahuwa
- وَهُوَ
- ve O
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üzerine
- kulli
- كُلِّ
- her
- shayin
- شَىْءٍ
- şey
- shahīdun
- شَهِيدٌ
- şahiddir
De ki: "Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; benim ecrim Allah'a aittir. O her şeye şahiddir." ([34] Sebe: 47)Tefsir
قُلْ اِنَّ رَبِّيْ يَقْذِفُ بِالْحَقِّۚ عَلَّامُ الْغُيُوْبِ ٤٨
- qul
- قُلْ
- de ki
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- rabbī
- رَبِّى
- Rabbim
- yaqdhifu
- يَقْذِفُ
- (kalbine) atar
- bil-ḥaqi
- بِٱلْحَقِّ
- gerçeği
- ʿallāmu
- عَلَّٰمُ
- bilendir
- l-ghuyūbi
- ٱلْغُيُوبِ
- gaybleri
De ki: "Görünmeyenleri en iyi bilen Rabbim, batılı hak ile ortadan kaldırır." ([34] Sebe: 48)Tefsir
قُلْ جَاۤءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيْدُ ٤٩
- qul
- قُلْ
- de ki
- jāa
- جَآءَ
- geldi
- l-ḥaqu
- ٱلْحَقُّ
- hak
- wamā
- وَمَا
- artık
- yub'di-u
- يُبْدِئُ
- bir şey ortaya çıkaramaz
- l-bāṭilu
- ٱلْبَٰطِلُ
- batıl
- wamā
- وَمَا
- ve
- yuʿīdu
- يُعِيدُ
- geri getiremez
De ki: "Hak geldi; artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir." ([34] Sebe: 49)Tefsir
قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّمَآ اَضِلُّ عَلٰى نَفْسِيْۚ وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوْحِيْٓ اِلَيَّ رَبِّيْۗ اِنَّهٗ سَمِيْعٌ قَرِيْبٌ ٥٠
- qul
- قُلْ
- de ki
- in
- إِن
- eğer
- ḍalaltu
- ضَلَلْتُ
- saparsam
- fa-innamā
- فَإِنَّمَآ
- şüphesiz
- aḍillu
- أَضِلُّ
- sapmış olurum
- ʿalā
- عَلَىٰ
- (zararıma)
- nafsī
- نَفْسِىۖ
- kendi
- wa-ini
- وَإِنِ
- ve eğer
- ih'tadaytu
- ٱهْتَدَيْتُ
- yolu bulursam
- fabimā
- فَبِمَا
- şüphesiz sayesindedir
- yūḥī
- يُوحِىٓ
- vahyettiği
- ilayya
- إِلَىَّ
- bana
- rabbī
- رَبِّىٓۚ
- Rabbimin
- innahu
- إِنَّهُۥ
- şüphesiz O
- samīʿun
- سَمِيعٌ
- işitendir
- qarībun
- قَرِيبٌ
- yakındır
De ki: "Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır" ([34] Sebe: 50)Tefsir