وَمَا كَانَ لَهٗ عَلَيْهِمْ مِّنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُّؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِيْ شَكٍّ ۗوَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيْظٌ ࣖ ٢١
- wamā
 - وَمَا
 - ve
 
- kāna
 - كَانَ
 - yoktu
 
- lahu
 - لَهُۥ
 - onun
 
- ʿalayhim
 - عَلَيْهِم
 - onlar üzerinde
 
- min sul'ṭānin
 - مِّن سُلْطَٰنٍ
 - zorlayıcı bir gücü
 
- illā
 - إِلَّا
 - ancak
 
- linaʿlama
 - لِنَعْلَمَ
 - (ayırd edip) bilelim diye
 
- man
 - مَن
 - kimseyi
 
- yu'minu
 - يُؤْمِنُ
 - inanan
 
- bil-ākhirati
 - بِٱلْءَاخِرَةِ
 - ahirete
 
- mimman
 - مِمَّنْ
 - kimseden
 
- huwa
 - هُوَ
 - o
 
- min'hā
 - مِنْهَا
 - ondan
 
- fī
 - فِى
 - içinde
 
- shakkin
 - شَكٍّۗ
 - kuşku
 
- warabbuka
 - وَرَبُّكَ
 - Rabbin
 
- ʿalā kulli
 - عَلَىٰ كُلِّ
 - her
 
- shayin
 - شَىْءٍ
 - şeyi
 
- ḥafīẓun
 - حَفِيظٌ
 - korumaktadır
 
Oysa İblis'in onlar üzerinde bir nüfuzu yoktu; ama Biz ahirete inanan kimselerle ondan şüphede olanları, işte böylece ortaya koyarız. Rabbin her şeyi gözetip koruyandır. ([34] Sebe: 21)Tefsir
قُلِ ادْعُوا الَّذِيْنَ زَعَمْتُمْ مِّنْ دُوْنِ اللّٰهِۚ لَا يَمْلِكُوْنَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوٰتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَمَا لَهُمْ فِيْهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَّمَا لَهٗ مِنْهُمْ مِّنْ ظَهِيْرٍ ٢٢
- quli
 - قُلِ
 - de ki
 
- id'ʿū
 - ٱدْعُوا۟
 - çağırın
 
- alladhīna
 - ٱلَّذِينَ
 - şeyleri
 
- zaʿamtum
 - زَعَمْتُم
 - (tanrı) sandığınız
 
- min dūni
 - مِّن دُونِ
 - başka
 
- l-lahi
 - ٱللَّهِۖ
 - Allah'tan
 
- lā
 - لَا
 - değillerdir
 
- yamlikūna
 - يَمْلِكُونَ
 - bir şeye sahip
 
- mith'qāla
 - مِثْقَالَ
 - ağırlığınca
 
- dharratin
 - ذَرَّةٍ
 - zerre
 
- fī l-samāwāti
 - فِى ٱلسَّمَٰوَٰتِ
 - göklerde
 
- walā
 - وَلَا
 - ve değiller
 
- fī l-arḍi
 - فِى ٱلْأَرْضِ
 - yerde
 
- wamā
 - وَمَا
 - ve yoktur
 
- lahum
 - لَهُمْ
 - onların
 
- fīhimā
 - فِيهِمَا
 - bu ikisinde
 
- min
 - مِن
 - hiçbir
 
- shir'kin
 - شِرْكٍ
 - ortaklıkları
 
- wamā
 - وَمَا
 - ve yoktur
 
- lahu
 - لَهُۥ
 - O'nun
 
- min'hum
 - مِنْهُم
 - onlardan
 
- min
 - مِّن
 - hiçbir
 
- ẓahīrin
 - ظَهِيرٍ
 - yardımcısı
 
De ki: "Allah'ı bırakıp de göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza!" ([34] Sebe: 22)Tefsir
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهٗٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهٗ ۗحَتّٰىٓ اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوْبِهِمْ قَالُوْا مَاذَاۙ قَالَ رَبُّكُمْۗ قَالُوا الْحَقَّۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيْرُ ٢٣
- walā
 - وَلَا
 - ve
 
- tanfaʿu
 - تَنفَعُ
 - fayda vermez
 
- l-shafāʿatu
 - ٱلشَّفَٰعَةُ
 - şefa'ati
 
- ʿindahu
 - عِندَهُۥٓ
 - O'nun huzurunda
 
- illā
 - إِلَّا
 - başkasının
 
- liman
 - لِمَنْ
 - kimselerden
 
- adhina
 - أَذِنَ
 - izin verdiği
 
- lahu
 - لَهُۥۚ
 - O'nun
 
- ḥattā
 - حَتَّىٰٓ
 - nihayet
 
- idhā
 - إِذَا
 - ne zaman ki
 
- fuzziʿa
 - فُزِّعَ
 - korku giderildi
 
- ʿan qulūbihim
 - عَن قُلُوبِهِمْ
 - onların yüreklerinden
 
- qālū
 - قَالُوا۟
 - derler ki
 
- mādhā
 - مَاذَا
 - ne?
 
- qāla
 - قَالَ
 - buyurdu
 
- rabbukum
 - رَبُّكُمْۖ
 - Rabbiniz
 
- qālū
 - قَالُوا۟
 - derler
 
- l-ḥaqa
 - ٱلْحَقَّۖ
 - hakkı
 
- wahuwa
 - وَهُوَ
 - ve O
 
- l-ʿaliyu
 - ٱلْعَلِىُّ
 - yücedir
 
- l-kabīru
 - ٱلْكَبِيرُ
 - büyüktür
 
Allah'ın katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine "Rabbiniz ne söyledi?" diye sorarlar; "Hak söyledi" derler. O, yücedir, büyüktür. ([34] Sebe: 23)Tefsir
۞ قُلْ مَنْ يَّرْزُقُكُمْ مِّنَ السَّمٰوٰتِ وَالْاَرْضِۗ قُلِ اللّٰهُ ۙوَاِنَّآ اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ فِيْ ضَلٰلٍ مُّبِيْنٍ ٢٤
- qul
 - قُلْ
 - de ki
 
- man
 - مَن
 - kim?
 
- yarzuqukum
 - يَرْزُقُكُم
 - size rızık veriyor
 
- mina l-samāwāti
 - مِّنَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ
 - göklerden
 
- wal-arḍi
 - وَٱلْأَرْضِۖ
 - ve yerden
 
- quli
 - قُلِ
 - de ki
 
- l-lahu
 - ٱللَّهُۖ
 - Allah
 
- wa-innā
 - وَإِنَّآ
 - o halde biz
 
- aw
 - أَوْ
 - veya
 
- iyyākum
 - إِيَّاكُمْ
 - siz
 
- laʿalā
 - لَعَلَىٰ
 - üzerindeyiz
 
- hudan
 - هُدًى
 - doğru yol
 
- aw
 - أَوْ
 - veya
 
- fī
 - فِى
 - içindeyiz
 
- ḍalālin
 - ضَلَٰلٍ
 - bir sapıklık
 
- mubīnin
 - مُّبِينٍ
 - açık
 
De ki: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" De ki: "Allah'tır. Öyleyse doğru yolda veya apaçık bir sapıklıkta olan ya biziz ya sizsiniz." ([34] Sebe: 24)Tefsir
قُلْ لَّا تُسْـَٔلُوْنَ عَمَّآ اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُوْنَ ٢٥
- qul
 - قُل
 - de ki
 
- lā
 - لَّا
 - değil(siniz)
 
- tus'alūna
 - تُسْـَٔلُونَ
 - sorulacak
 
- ʿammā ajramnā
 - عَمَّآ أَجْرَمْنَا
 - bizim işlediğimiz suçtan
 
- walā
 - وَلَا
 - ve değil(iz)
 
- nus'alu
 - نُسْـَٔلُ
 - biz sorumlu
 
- ʿammā taʿmalūna
 - عَمَّا تَعْمَلُونَ
 - sizin işlediğinizden
 
De ki: "İşlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmazsınız, sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu olmayız" ([34] Sebe: 25)Tefsir
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّۗ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلِيْمُ ٢٦
- qul
 - قُلْ
 - de ki
 
- yajmaʿu
 - يَجْمَعُ
 - toplayacak
 
- baynanā
 - بَيْنَنَا
 - hepimizi bir araya
 
- rabbunā
 - رَبُّنَا
 - Rabbimiz
 
- thumma
 - ثُمَّ
 - sonra
 
- yaftaḥu
 - يَفْتَحُ
 - çözecektir
 
- baynanā
 - بَيْنَنَا
 - aramızdakini
 
- bil-ḥaqi
 - بِٱلْحَقِّ
 - hak ile
 
- wahuwa
 - وَهُوَ
 - ve O
 
- l-fatāḥu
 - ٱلْفَتَّاحُ
 - sorunları en güzel çözümleyendir
 
- l-ʿalīmu
 - ٱلْعَلِيمُ
 - bilendir
 
De ki: "Rabbimiz sonunda hepimizi toplar, sonra aramızda adaletle hükmeder. Adaletle hükmeden, bilen ancak O'dur." ([34] Sebe: 26)Tefsir
قُلْ اَرُوْنِيَ الَّذِيْنَ اَلْحَقْتُمْ بِهٖ شُرَكَاۤءَ كَلَّا ۗبَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَزِيْزُ الْحَكِيْمُ ٢٧
- qul
 - قُلْ
 - de ki
 
- arūniya
 - أَرُونِىَ
 - bana gösterin
 
- alladhīna alḥaqtum
 - ٱلَّذِينَ أَلْحَقْتُم
 - kattığınız
 
- bihi
 - بِهِۦ
 - O'na
 
- shurakāa
 - شُرَكَآءَۖ
 - ortakları
 
- kallā
 - كَلَّاۚ
 - hayır
 
- bal
 - بَلْ
 - doğrusu
 
- huwa
 - هُوَ
 - O
 
- l-lahu
 - ٱللَّهُ
 - Allah'tır
 
- l-ʿazīzu
 - ٱلْعَزِيزُ
 - galib
 
- l-ḥakīmu
 - ٱلْحَكِيمُ
 - hüküm ve hikmet sahibi
 
De ki: "O'na taktığınız ortakları bana gösterin, yoktur ki! O, güçlü olan, hakim olan Allah'tır." ([34] Sebe: 27)Tefsir
وَمَآ اَرْسَلْنٰكَ اِلَّا كَاۤفَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيْرًا وَّنَذِيْرًا وَّلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُوْنَ ٢٨
- wamā arsalnāka
 - وَمَآ أَرْسَلْنَٰكَ
 - biz seni göndermedik
 
- illā
 - إِلَّا
 - dışında
 
- kāffatan
 - كَآفَّةً
 - bütün
 
- lilnnāsi
 - لِّلنَّاسِ
 - insanlara
 
- bashīran
 - بَشِيرًا
 - müjdeleyici olman
 
- wanadhīran
 - وَنَذِيرًا
 - ve uyarıcı olman
 
- walākinna
 - وَلَٰكِنَّ
 - fakat
 
- akthara
 - أَكْثَرَ
 - çoğu
 
- l-nāsi
 - ٱلنَّاسِ
 - insanların
 
- lā yaʿlamūna
 - لَا يَعْلَمُونَ
 - bilmezler
 
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez. ([34] Sebe: 28)Tefsir
وَيَقُوْلُوْنَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صٰدِقِيْنَ ٢٩
- wayaqūlūna
 - وَيَقُولُونَ
 - diyorlar ki
 
- matā
 - مَتَىٰ
 - ne zaman
 
- hādhā
 - هَٰذَا
 - bu
 
- l-waʿdu
 - ٱلْوَعْدُ
 - tehdid(ettiğiniz azap)
 
- in
 - إِن
 - eğer
 
- kuntum
 - كُنتُمْ
 - iseniz
 
- ṣādiqīna
 - صَٰدِقِينَ
 - doğru
 
"Doğru sözlü iseniz söyleyin bu vaad ne zamandır?" derler. ([34] Sebe: 29)Tefsir
قُلْ لَّكُمْ مِّيْعَادُ يَوْمٍ لَّا تَسْتَأْخِرُوْنَ عَنْهُ سَاعَةً وَّلَا تَسْتَقْدِمُوْنَ ࣖ ٣٠
- qul
 - قُل
 - de ki
 
- lakum
 - لَّكُم
 - sizin için vardır
 
- mīʿādu
 - مِّيعَادُ
 - belirtilmiş
 
- yawmin
 - يَوْمٍ
 - bir gün
 
- lā tastakhirūna
 - لَّا تَسْتَـْٔخِرُونَ
 - geri kalmazsınız
 
- ʿanhu
 - عَنْهُ
 - ondan
 
- sāʿatan
 - سَاعَةً
 - bir sa'at
 
- walā
 - وَلَا
 - ve
 
- tastaqdimūna
 - تَسْتَقْدِمُونَ
 - ileri geçemezsiniz
 
De ki: "Size, bir gün tayin edilmiştir. Ondan bir saat ne geri kalabilirsiniz ne de öne geçebilirsiniz." ([34] Sebe: 30)Tefsir