اَنِ اعْمَلْ سٰبِغٰتٍ وَّقَدِّرْ فِى السَّرْدِ وَاعْمَلُوْا صَالِحًاۗ اِنِّيْ بِمَا تَعْمَلُوْنَ بَصِيْرٌ ١١
- ani iʿ'mal
- أَنِ ٱعْمَلْ
- yap
- sābighātin
- سَٰبِغَٰتٍ
- geniş zırhlar
- waqaddir
- وَقَدِّرْ
- ölçülü yap
- fī l-sardi
- فِى ٱلسَّرْدِۖ
- dokumasını
- wa-iʿ'malū
- وَٱعْمَلُوا۟
- ve (hepiniz) yapın
- ṣāliḥan
- صَٰلِحًاۖ
- iyi işler
- innī
- إِنِّى
- çünkü ben
- bimā taʿmalūna
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- baṣīrun
- بَصِيرٌ
- görmekteyim
"Ey dağlar ve kuşlar! Davud tesbih ettikçe siz de onu tekrarlayın" diyerek and olsun ki, ona katımızdan lütufta bulunduk; "geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut" diye ona demiri yumuşak kıldık. Yararlı iş işleyin; doğrusu Ben yaptıklarınızı görenim. ([34] Sebe: 11)Tefsir
وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيْحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَّرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهٗ عَيْنَ الْقِطْرِۗ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَّعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّهٖۗ وَمَنْ يَّزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيْرِ ١٢
- walisulaymāna
- وَلِسُلَيْمَٰنَ
- ve Süleyman'a
- l-rīḥa
- ٱلرِّيحَ
- rüzgarı
- ghuduwwuhā
- غُدُوُّهَا
- sabah gidişi
- shahrun
- شَهْرٌ
- bir ay(lık mesafe)
- warawāḥuhā
- وَرَوَاحُهَا
- ve akşam dönüşü
- shahrun
- شَهْرٌۖ
- bir ay(lık mesafe)
- wa-asalnā
- وَأَسَلْنَا
- ve akıttık
- lahu
- لَهُۥ
- onun için
- ʿayna
- عَيْنَ
- kaynağını
- l-qiṭ'ri
- ٱلْقِطْرِۖ
- katran
- wamina
- وَمِنَ
- ve bir kısmı
- l-jini
- ٱلْجِنِّ
- cinlerin
- man
- مَن
- ki
- yaʿmalu
- يَعْمَلُ
- çalışırdı
- bayna
- بَيْنَ
- onun önünde
- yadayhi
- يَدَيْهِ
- onun önünde
- bi-idh'ni
- بِإِذْنِ
- izniyle
- rabbihi
- رَبِّهِۦۖ
- Rabbinin
- waman
- وَمَن
- ve kim
- yazigh
- يَزِغْ
- sapsa
- min'hum
- مِنْهُمْ
- onlardan
- ʿan amrinā
- عَنْ أَمْرِنَا
- buyruğumuzdan
- nudhiq'hu
- نُذِقْهُ
- ona taddırırdık
- min ʿadhābi
- مِنْ عَذَابِ
- azabı
- l-saʿīri
- ٱلسَّعِيرِ
- alevli
Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. ([34] Sebe: 12)Tefsir
يَعْمَلُوْنَ لَهٗ مَا يَشَاۤءُ مِنْ مَّحَارِيْبَ وَتَمَاثِيْلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُوْرٍ رّٰسِيٰتٍۗ اِعْمَلُوْٓا اٰلَ دَاوٗدَ شُكْرًا ۗوَقَلِيْلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُوْرُ ١٣
- yaʿmalūna
- يَعْمَلُونَ
- yaparlardı
- lahu
- لَهُۥ
- ona
- mā
- مَا
- ne
- yashāu
- يَشَآءُ
- diliyorsa
- min maḥārība
- مِن مَّحَٰرِيبَ
- kalelerden
- watamāthīla
- وَتَمَٰثِيلَ
- ve heykeller(den)
- wajifānin
- وَجِفَانٍ
- ve leğenler(den)
- kal-jawābi
- كَٱلْجَوَابِ
- havuzlar kadar (geniş)
- waqudūrin
- وَقُدُورٍ
- ve kazanlar(dan)
- rāsiyātin
- رَّاسِيَٰتٍۚ
- sabit
- iʿ'malū
- ٱعْمَلُوٓا۟
- yapın
- āla
- ءَالَ
- (ey) ailesi
- dāwūda
- دَاوُۥدَ
- Davud
- shuk'ran
- شُكْرًاۚ
- şükredin
- waqalīlun
- وَقَلِيلٌ
- ve azdır
- min ʿibādiya
- مِّنْ عِبَادِىَ
- kullarımdan
- l-shakūru
- ٱلشَّكُورُ
- şükreden
Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır." ([34] Sebe: 13)Tefsir
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِهٖٓ اِلَّا دَاۤبَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهٗ ۚفَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَّوْ كَانُوْا يَعْلَمُوْنَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوْا فِى الْعَذَابِ الْمُهِيْنِۗ ١٤
- falammā
- فَلَمَّا
- zaman
- qaḍaynā
- قَضَيْنَا
- hükmettiğimiz
- ʿalayhi
- عَلَيْهِ
- onun
- l-mawta
- ٱلْمَوْتَ
- ölümüne
- mā dallahum
- مَا دَلَّهُمْ
- göstermedi
- ʿalā mawtihi
- عَلَىٰ مَوْتِهِۦٓ
- onun öldüğünü
- illā
- إِلَّا
- başkası
- dābbatu
- دَآبَّةُ
- bir kurdundan
- l-arḍi
- ٱلْأَرْضِ
- yer (ağaç)
- takulu
- تَأْكُلُ
- yiyen
- minsa-atahu
- مِنسَأَتَهُۥۖ
- değneğini
- falammā
- فَلَمَّا
- ne zaman ki
- kharra
- خَرَّ
- yıkıldı
- tabayyanati
- تَبَيَّنَتِ
- anlaşıldı ki
- l-jinu
- ٱلْجِنُّ
- cinler
- an law
- أَن لَّوْ
- eğer
- kānū
- كَانُوا۟
- idi
- yaʿlamūna
- يَعْلَمُونَ
- bilseler
- l-ghayba
- ٱلْغَيْبَ
- gaybı
- mā labithū
- مَا لَبِثُوا۟
- kalmazlardı
- fī
- فِى
- içinde
- l-ʿadhābi
- ٱلْعَذَابِ
- azab
- l-muhīni
- ٱلْمُهِينِ
- küçük düşürücü
Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı. ([34] Sebe: 14)Tefsir
لَقَدْ كَانَ لِسَبَاٍ فِيْ مَسْكَنِهِمْ اٰيَةٌ ۚجَنَّتٰنِ عَنْ يَّمِيْنٍ وَّشِمَالٍ ەۗ كُلُوْا مِنْ رِّزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوْا لَهٗ ۗبَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَّرَبٌّ غَفُوْرٌ ١٥
- laqad
- لَقَدْ
- andolsun
- kāna
- كَانَ
- vardır
- lisaba-in
- لِسَبَإٍ
- Sebe (oğulların)ın
- fī
- فِى
- yerlerde
- maskanihim
- مَسْكَنِهِمْ
- oturdukları
- āyatun
- ءَايَةٌۖ
- bir ibret
- jannatāni
- جَنَّتَانِ
- iki bahçe
- ʿan yamīnin
- عَن يَمِينٍ
- sağdan
- washimālin
- وَشِمَالٍۖ
- ve soldan
- kulū
- كُلُوا۟
- yeyin
- min riz'qi
- مِن رِّزْقِ
- rızkından
- rabbikum
- رَبِّكُمْ
- Rabbinizin
- wa-ush'kurū
- وَٱشْكُرُوا۟
- ve şükredin
- lahu
- لَهُۥۚ
- O'na
- baldatun
- بَلْدَةٌ
- (bir) ülke
- ṭayyibatun
- طَيِّبَةٌ
- hoş
- warabbun
- وَرَبٌّ
- ve Rabbin
- ghafūrun
- غَفُورٌ
- çok bağışlayandır
Sebelilerin yurtlarında Allah'ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: "Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O'na şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab" denmişti. ([34] Sebe: 15)Tefsir
فَاَعْرَضُوْا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنٰهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَّاَثْلٍ وَّشَيْءٍ مِّنْ سِدْرٍ قَلِيْلٍ ١٦
- fa-aʿraḍū
- فَأَعْرَضُوا۟
- ama yüz çevirdiler
- fa-arsalnā
- فَأَرْسَلْنَا
- bu yüzden gönderdik
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْ
- üzerlerine
- sayla
- سَيْلَ
- selini
- l-ʿarimi
- ٱلْعَرِمِ
- Arim
- wabaddalnāhum
- وَبَدَّلْنَٰهُم
- ve çevirdik
- bijannatayhim
- بِجَنَّتَيْهِمْ
- onların iki bahçesini
- jannatayni
- جَنَّتَيْنِ
- iki bahçeye
- dhawātay
- ذَوَاتَىْ
- bulunan
- ukulin
- أُكُلٍ
- yemişli
- khamṭin
- خَمْطٍ
- buruk
- wa-athlin
- وَأَثْلٍ
- ve acı meyvalı
- washayin
- وَشَىْءٍ
- ve içinde
- min sid'rin
- مِّن سِدْرٍ
- sedir ağacı
- qalīlin
- قَلِيلٍ
- biraz
Fakat onlar yüz çevirdiler; bunun için Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. ([34] Sebe: 16)Tefsir
ذٰلِكَ جَزَيْنٰهُمْ بِمَا كَفَرُوْاۗ وَهَلْ نُجٰزِيْٓ اِلَّا الْكَفُوْرَ ١٧
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- böyle
- jazaynāhum
- جَزَيْنَٰهُم
- onları cezalandırdık
- bimā
- بِمَا
- ötürü
- kafarū
- كَفَرُوا۟ۖ
- inkarlarından
- wahal nujāzī
- وَهَلْ نُجَٰزِىٓ
- biz cezalandırır mıyız?
- illā
- إِلَّا
- başkasını
- l-kafūra
- ٱلْكَفُورَ
- inkar edenden
İşte böylece, inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz? ([34] Sebe: 17)Tefsir
وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتِيْ بٰرَكْنَا فِيْهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَّقَدَّرْنَا فِيْهَا السَّيْرَۗ سِيْرُوْا فِيْهَا لَيَالِيَ وَاَيَّامًا اٰمِنِيْنَ ١٨
- wajaʿalnā
- وَجَعَلْنَا
- ve var ettik
- baynahum
- بَيْنَهُمْ
- onların arasında
- wabayna
- وَبَيْنَ
- ve arasında
- l-qurā
- ٱلْقُرَى
- kentler
- allatī bāraknā
- ٱلَّتِى بَٰرَكْنَا
- bereketlendirdiğimiz
- fīhā
- فِيهَا
- içinde
- quran
- قُرًى
- kentler
- ẓāhiratan
- ظَٰهِرَةً
- açıkça görünen
- waqaddarnā
- وَقَدَّرْنَا
- ve takdir ettik
- fīhā
- فِيهَا
- bunlar arasında
- l-sayra
- ٱلسَّيْرَۖ
- yürümeyi
- sīrū
- سِيرُوا۟
- yürüyün
- fīhā
- فِيهَا
- oralarda
- layāliya
- لَيَالِىَ
- geceleri
- wa-ayyāman
- وَأَيَّامًا
- ve gündüzleri
- āminīna
- ءَامِنِينَ
- güven içinde
Onlarla, kutlu kıldığımız şehirler arasında, karşıdan karşıya görünen kasabalar var etmiş, oraları gezilecek belirli konak yerleri yapmıştık, "Oralarda geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin" demiştik. ([34] Sebe: 18)Tefsir
فَقَالُوْا رَبَّنَا بٰعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُوْٓا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنٰهُمْ اَحَادِيْثَ وَمَزَّقْنٰهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۗ اِنَّ فِيْ ذٰلِكَ لَاٰيٰتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُوْرٍ ١٩
- faqālū
- فَقَالُوا۟
- dediler
- rabbanā
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- bāʿid
- بَٰعِدْ
- uzaklaştır
- bayna
- بَيْنَ
- arasını
- asfārinā
- أَسْفَارِنَا
- seferlerimizin
- waẓalamū
- وَظَلَمُوٓا۟
- ve zulmettiler
- anfusahum
- أَنفُسَهُمْ
- kendilerine
- fajaʿalnāhum
- فَجَعَلْنَٰهُمْ
- biz de onları çevirdik
- aḥādītha
- أَحَادِيثَ
- efsanelere
- wamazzaqnāhum
- وَمَزَّقْنَٰهُمْ
- onları darmadağın ettik
- kulla
- كُلَّ
- hepsini
- mumazzaqin
- مُمَزَّقٍۚ
- parçalayarak
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- fī
- فِى
- vardır
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- bunda
- laāyātin
- لَءَايَٰتٍ
- ibretler
- likulli
- لِّكُلِّ
- herkes için
- ṣabbārin
- صَبَّارٍ
- sabreden
- shakūrin
- شَكُورٍ
- şükreden
Ama onlar: "Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzak kıl" deyip kendilerine yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın ettik. Doğrusu bunlarda, pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler vardır. ([34] Sebe: 19)Tefsir
وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ اِبْلِيْسُ ظَنَّهٗ فَاتَّبَعُوْهُ اِلَّا فَرِيْقًا مِّنَ الْمُؤْمِنِيْنَ ٢٠
- walaqad
- وَلَقَدْ
- ve andolsun
- ṣaddaqa
- صَدَّقَ
- doğru çıkardı
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْ
- onlar hakkındaki
- ib'līsu
- إِبْلِيسُ
- İblis
- ẓannahu
- ظَنَّهُۥ
- zannını
- fa-ittabaʿūhu
- فَٱتَّبَعُوهُ
- (hepsi) ona uydular
- illā
- إِلَّا
- dışındakiler
- farīqan
- فَرِيقًا
- bir bölümü
- mina l-mu'minīna
- مِّنَ ٱلْمُؤْمِنِينَ
- inananlardan
And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı. ([34] Sebe: 20)Tefsir