اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّآ اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتٰبَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْ ۗاِنَّ فِيْ ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَّذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُّؤْمِنُوْنَ ࣖ ٥١
- awalam yakfihim
- أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ
- onlara yetmedi mi?
- annā
- أَنَّآ
- indirdik-ki biz
- anzalnā
- أَنزَلْنَا
- indirdik
- ʿalayka
- عَلَيْكَ
- sana
- l-kitāba
- ٱلْكِتَٰبَ
- Kitabı
- yut'lā
- يُتْلَىٰ
- okunan
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْۚ
- kendilerine
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- fī
- فِى
- vardır
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- bunda
- laraḥmatan
- لَرَحْمَةً
- bir rahmet
- wadhik'rā
- وَذِكْرَىٰ
- ve öğüt
- liqawmin
- لِقَوْمٍ
- bir toplum için
- yu'minūna
- يُؤْمِنُونَ
- inanan
Kendilerine okunan bir Kitap'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır. ([29] Ankebut: 51)Tefsir
قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْنِيْ وَبَيْنَكُمْ شَهِيْدًاۚ يَعْلَمُ مَا فِى السَّمٰوٰتِ وَالْاَرْضِۗ وَالَّذِيْنَ اٰمَنُوْا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوْا بِاللّٰهِ اُولٰۤىِٕكَ هُمُ الْخٰسِرُوْنَ ٥٢
- qul
- قُلْ
- de ki
- kafā
- كَفَىٰ
- yeter
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah
- baynī
- بَيْنِى
- benimle
- wabaynakum
- وَبَيْنَكُمْ
- sizin aranızda
- shahīdan
- شَهِيدًاۖ
- şahid olarak
- yaʿlamu
- يَعْلَمُ
- O bilir
- mā
- مَا
- olanları
- fī l-samāwāti
- فِى ٱلسَّمَٰوَٰتِ
- göklerde
- wal-arḍi
- وَٱلْأَرْضِۗ
- ve yerde
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- ve
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inananlar
- bil-bāṭili
- بِٱلْبَٰطِلِ
- batıla
- wakafarū
- وَكَفَرُوا۟
- ve inkar edenler
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah'ı
- ulāika
- أُو۟لَٰٓئِكَ
- işte
- humu
- هُمُ
- onlardır
- l-khāsirūna
- ٱلْخَٰسِرُونَ
- ziyana uğrayanlar
De ki: "Allah benimle sizin aranızda şahit olarak yeter. O, göklerde ve yerde olanı, batıla inananları ve Allah'ı inkar edenleri bilir." İşte kaybedenler bunlardır. ([29] Ankebut: 52)Tefsir
وَيَسْتَعْجِلُوْنَكَ بِالْعَذَابِۗ وَلَوْلَآ اَجَلٌ مُّسَمًّى لَّجَاۤءَهُمُ الْعَذَابُۗ وَلَيَأْتِيَنَّهُمْ بَغْتَةً وَّهُمْ لَا يَشْعُرُوْنَ ٥٣
- wayastaʿjilūnaka
- وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
- senden çabuk istiyorlar
- bil-ʿadhābi
- بِٱلْعَذَابِۚ
- azabı
- walawlā
- وَلَوْلَآ
- eğer olmasaydı
- ajalun
- أَجَلٌ
- bir süre
- musamman
- مُّسَمًّى
- belirtilmiş
- lajāahumu
- لَّجَآءَهُمُ
- onlara hemen gelirdi
- l-ʿadhābu
- ٱلْعَذَابُ
- azab
- walayatiyannahum
- وَلَيَأْتِيَنَّهُم
- ve o kendilerine gelecektir
- baghtatan
- بَغْتَةً
- ansızın
- wahum
- وَهُمْ
- ve onlar
- lā
- لَا
- hiç
- yashʿurūna
- يَشْعُرُونَ
- farkında değillerken
Senden azabı acele bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş olmasaydı azap onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan başlarına ansızın gelecektir. ([29] Ankebut: 53)Tefsir
يَسْتَعْجِلُوْنَكَ بِالْعَذَابِۗ وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيْطَةٌ ۢ بِالْكٰفِرِيْنَۙ ٥٤
- yastaʿjilūnaka
- يَسْتَعْجِلُونَكَ
- senden çabucak istiyorlar
- bil-ʿadhābi
- بِٱلْعَذَابِ
- azabı
- wa-inna
- وَإِنَّ
- ve şüphesiz
- jahannama
- جَهَنَّمَ
- cehennem
- lamuḥīṭatun
- لَمُحِيطَةٌۢ
- kuşatmış iken
- bil-kāfirīna
- بِٱلْكَٰفِرِينَ
- inkarcıları
Senden azabı acele bekliyorlar. Doğrusu azap tepelerinden, ayaklarının altından kendilerini içine aldığı gün, cehennem inkarcıları kuşatacaktır. O gün Allah: "Yaptıklarınızın karşılığını tadın" der. ([29] Ankebut: 54)Tefsir
يَوْمَ يَغْشٰىهُمُ الْعَذَابُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْ وَيَقُوْلُ ذُوْقُوْا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُوْنَ ٥٥
- yawma
- يَوْمَ
- o gün
- yaghshāhumu
- يَغْشَىٰهُمُ
- onları örter
- l-ʿadhābu
- ٱلْعَذَابُ
- azab
- min fawqihim
- مِن فَوْقِهِمْ
- üstlerinden
- wamin
- وَمِن
- ve
- taḥti
- تَحْتِ
- altından
- arjulihim
- أَرْجُلِهِمْ
- ayaklarının
- wayaqūlu
- وَيَقُولُ
- ve (Allah) der ki
- dhūqū
- ذُوقُوا۟
- tadın
- mā
- مَا
- ne
- kuntum
- كُنتُمْ
- idiyseniz
- taʿmalūna
- تَعْمَلُونَ
- yapıyor
Senden azabı acele bekliyorlar. Doğrusu azap tepelerinden, ayaklarının altından kendilerini içine aldığı gün, cehennem inkarcıları kuşatacaktır. O gün Allah: "Yaptıklarınızın karşılığını tadın" der. ([29] Ankebut: 55)Tefsir
يٰعِبَادِيَ الَّذِيْنَ اٰمَنُوْٓا اِنَّ اَرْضِيْ وَاسِعَةٌ فَاِيَّايَ فَاعْبُدُوْنِ ٥٦
- yāʿibādiya
- يَٰعِبَادِىَ
- ey kullarım
- alladhīna āmanū
- ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓا۟
- inanan
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- arḍī
- أَرْضِى
- benim arzım
- wāsiʿatun
- وَٰسِعَةٌ
- geniştir
- fa-iyyāya
- فَإِيَّٰىَ
- o halde bana
- fa-uʿ'budūni
- فَٱعْبُدُونِ
- kulluk edin
Ey inanmış kullarım! Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde güven içinde olacağınız yere gidip yalnız Bana kulluk ediniz. ([29] Ankebut: 56)Tefsir
كُلُّ نَفْسٍ ذَاۤىِٕقَةُ الْمَوْتِۗ ثُمَّ اِلَيْنَا تُرْجَعُوْنَ ٥٧
- kullu
- كُلُّ
- her
- nafsin
- نَفْسٍ
- can
- dhāiqatu
- ذَآئِقَةُ
- tadacaktır
- l-mawti
- ٱلْمَوْتِۖ
- ölümü
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- ilaynā
- إِلَيْنَا
- bize
- tur'jaʿūna
- تُرْجَعُونَ
- döndürüleceksiniz
Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz. ([29] Ankebut: 57)Tefsir
وَالَّذِيْنَ اٰمَنُوْا وَعَمِلُوا الصّٰلِحٰتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِّنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْرِيْ مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهٰرُ خٰلِدِيْنَ فِيْهَاۗ نِعْمَ اَجْرُ الْعٰمِلِيْنَۖ ٥٨
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- ve kimseleri
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inananları
- waʿamilū
- وَعَمِلُوا۟
- ve yapanları
- l-ṣāliḥāti
- ٱلصَّٰلِحَٰتِ
- iyi işler
- lanubawwi-annahum
- لَنُبَوِّئَنَّهُم
- yerleştiririz
- mina l-janati
- مِّنَ ٱلْجَنَّةِ
- cennetten
- ghurafan
- غُرَفًا
- yüksek odalara
- tajrī
- تَجْرِى
- akan
- min taḥtihā
- مِن تَحْتِهَا
- altlarından
- l-anhāru
- ٱلْأَنْهَٰرُ
- ırmaklar
- khālidīna
- خَٰلِدِينَ
- ebedi kalırlar
- fīhā
- فِيهَاۚ
- orada
- niʿ'ma
- نِعْمَ
- ne güzeldir
- ajru
- أَجْرُ
- ücreti
- l-ʿāmilīna
- ٱلْعَٰمِلِينَ
- çalışanların
İnanıp yararlı iş işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetteki köşklere yerleştiririz. Sabredip, Rablerine güvenerek iş görenlerin ecri ne güzeldir! ([29] Ankebut: 58)Tefsir
الَّذِيْنَ صَبَرُوْا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُوْنَ ٥٩
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- onlar ki
- ṣabarū
- صَبَرُوا۟
- sabrettiler
- waʿalā
- وَعَلَىٰ
- ve
- rabbihim
- رَبِّهِمْ
- Rabblerine
- yatawakkalūna
- يَتَوَكَّلُونَ
- dayanmaktadırlar
İnanıp yararlı iş işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetteki köşklere yerleştiririz. Sabredip, Rablerine güvenerek iş görenlerin ecri ne güzeldir! ([29] Ankebut: 59)Tefsir
وَكَاَيِّنْ مِّنْ دَاۤبَّةٍ لَّا تَحْمِلُ رِزْقَهَاۖ اللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيْعُ الْعَلِيْمُ ٦٠
- waka-ayyin
- وَكَأَيِّن
- nicesi var ki
- min dābbatin
- مِّن دَآبَّةٍ
- canlı(lar)dan
- lā taḥmilu
- لَّا تَحْمِلُ
- taşıyamaz
- riz'qahā
- رِزْقَهَا
- rızkını
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- yarzuquhā
- يَرْزُقُهَا
- onları da besler
- wa-iyyākum
- وَإِيَّاكُمْۚ
- sizi de
- wahuwa
- وَهُوَ
- ve O
- l-samīʿu
- ٱلسَّمِيعُ
- işitendir
- l-ʿalīmu
- ٱلْعَلِيمُ
- bilendir
Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve bilir. ([29] Ankebut: 60)Tefsir