بَلْ كَذَّبُوْا بِالسَّاعَةِۙ وَاَعْتَدْنَا لِمَنْ كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعِيْرًا ١١
- bal
- بَلْ
- bilakis
- kadhabū
- كَذَّبُوا۟
- onlar yalanladılar
- bil-sāʿati
- بِٱلسَّاعَةِۖ
- (duruşma) sa'atini
- wa-aʿtadnā
- وَأَعْتَدْنَا
- ve biz hazırlamışızdır
- liman
- لِمَن
- kimselere
- kadhaba
- كَذَّبَ
- yalanlayan
- bil-sāʿati
- بِٱلسَّاعَةِ
- sa'ati
- saʿīran
- سَعِيرًا
- alevli bir ateş
Zaten onlar, kıyamet saatini de yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır. ([25] Furkan: 11)Tefsir
اِذَا رَاَتْهُمْ مِّنْ مَّكَانٍۢ بَعِيْدٍ سَمِعُوْا لَهَا تَغَيُّظًا وَّزَفِيْرًا ١٢
- idhā
- إِذَا
- ne zaman ki
- ra-athum
- رَأَتْهُم
- onları görünce
- min makānin
- مِّن مَّكَانٍۭ
- bir yerden
- baʿīdin
- بَعِيدٍ
- uzak
- samiʿū
- سَمِعُوا۟
- onlar işitirler
- lahā
- لَهَا
- bunun
- taghayyuẓan
- تَغَيُّظًا
- öfkesini
- wazafīran
- وَزَفِيرًا
- ve homurtusunu
Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. ([25] Furkan: 12)Tefsir
وَاِذَآ اُلْقُوْا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُّقَرَّنِيْنَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُوْرًا ۗ ١٣
- wa-idhā
- وَإِذَآ
- ve zaman
- ul'qū
- أُلْقُوا۟
- atıldıkları
- min'hā
- مِنْهَا
- onun
- makānan
- مَكَانًا
- bir yerine
- ḍayyiqan
- ضَيِّقًا
- dar
- muqarranīna
- مُّقَرَّنِينَ
- bağlı olarak
- daʿaw
- دَعَوْا۟
- çağırırlar
- hunālika
- هُنَالِكَ
- orada
- thubūran
- ثُبُورًا
- helâki
Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler. ([25] Furkan: 13)Tefsir
لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُوْرًا وَّاحِدًا وَّادْعُوْا ثُبُوْرًا كَثِيْرًا ١٤
- lā tadʿū
- لَّا تَدْعُوا۟
- çağırmayın
- l-yawma
- ٱلْيَوْمَ
- bugün
- thubūran
- ثُبُورًا
- helâki
- wāḥidan
- وَٰحِدًا
- bir tek
- wa-id'ʿū
- وَٱدْعُوا۟
- çağırın
- thubūran
- ثُبُورًا
- helâki
- kathīran
- كَثِيرًا
- birçok
"Bir kere yok olmayı değil, birçok defa yok olmayı isteyin" denir. ([25] Furkan: 14)Tefsir
قُلْ اَذٰلِكَ خَيْرٌ اَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِيْ وُعِدَ الْمُتَّقُوْنَۗ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاۤءً وَّمَصِيْرًا ١٥
- qul
- قُلْ
- de ki
- adhālika
- أَذَٰلِكَ
- bu mu?
- khayrun
- خَيْرٌ
- daha iyi
- am
- أَمْ
- yoksa
- jannatu
- جَنَّةُ
- cennet (mi?)
- l-khul'di
- ٱلْخُلْدِ
- ebedi
- allatī wuʿida
- ٱلَّتِى وُعِدَ
- va'dedilen
- l-mutaqūna
- ٱلْمُتَّقُونَۚ
- muttakilere
- kānat
- كَانَتْ
- olan
- lahum
- لَهُمْ
- onlar için
- jazāan
- جَزَآءً
- mükafat
- wamaṣīran
- وَمَصِيرًا
- ve varış yeri
De ki: "Bu mu iyidir, yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanlara mükafat ve gidilecek yer olarak söz verilen ebedi cennet mi daha iyidir?" ([25] Furkan: 15)Tefsir
لَهُمْ فِيْهَا مَا يَشَاۤءُوْنَ خٰلِدِيْنَۗ كَانَ عَلٰى رَبِّكَ وَعْدًا مَّسْـُٔوْلًا ١٦
- lahum
- لَّهُمْ
- onlara vardır
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- mā
- مَا
- ne
- yashāūna
- يَشَآءُونَ
- istiyorlarsa
- khālidīna
- خَٰلِدِينَۚ
- ve sürekli kalırlar
- kāna
- كَانَ
- bu
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üzerine
- rabbika
- رَبِّكَ
- Rabbinin
- waʿdan
- وَعْدًا
- bir va'didir
- masūlan
- مَّسْـُٔولًا
- sorumluluk gerektiren
Temelli kalacakları cennette diledikleri şeyleri bulurlar. Bu, Rabbinin yerine getirilmesi istenen bir vaadidir. ([25] Furkan: 16)Tefsir
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُوْنَ مِنْ دُوْنِ اللّٰهِ فَيَقُوْلُ ءَاَنْتُمْ اَضْلَلْتُمْ عِبَادِيْ هٰٓؤُلَاۤءِ اَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيْلَ ۗ ١٧
- wayawma
- وَيَوْمَ
- ve gün
- yaḥshuruhum
- يَحْشُرُهُمْ
- onları toplayacağı
- wamā
- وَمَا
- şeyleri
- yaʿbudūna
- يَعْبُدُونَ
- taptıkları
- min dūni
- مِن دُونِ
- başka
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'tan
- fayaqūlu
- فَيَقُولُ
- der ki
- a-antum
- ءَأَنتُمْ
- siz mi?
- aḍlaltum
- أَضْلَلْتُمْ
- saptırdınız
- ʿibādī
- عِبَادِى
- kullarımı
- hāulāi
- هَٰٓؤُلَآءِ
- bu
- am
- أَمْ
- yoksa
- hum
- هُمْ
- kendileri (mi)
- ḍallū
- ضَلُّوا۟
- sapıttılar
- l-sabīla
- ٱلسَّبِيلَ
- yolu
O gün Rabbin onları ve Allah'ı bırakıp da taptıkları şeyleri toplar ve: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi yoldan saptılar?" der. ([25] Furkan: 17)Tefsir
قَالُوْا سُبْحٰنَكَ مَا كَانَ يَنْۢبَغِيْ لَنَآ اَنْ نَّتَّخِذَ مِنْ دُوْنِكَ مِنْ اَوْلِيَاۤءَ وَلٰكِنْ مَّتَّعْتَهُمْ وَاٰبَاۤءَهُمْ حَتّٰى نَسُوا الذِّكْرَۚ وَكَانُوْا قَوْمًاۢ بُوْرًا ١٨
- qālū
- قَالُوا۟
- derler ki
- sub'ḥānaka
- سُبْحَٰنَكَ
- senin şanın yücedir
- mā kāna
- مَا كَانَ
- değildi
- yanbaghī
- يَنۢبَغِى
- yaraşır
- lanā
- لَنَآ
- bize
- an nattakhidha
- أَن نَّتَّخِذَ
- edinmek
- min dūnika
- مِن دُونِكَ
- senden başka
- min awliyāa
- مِنْ أَوْلِيَآءَ
- veliler
- walākin
- وَلَٰكِن
- fakat
- mattaʿtahum
- مَّتَّعْتَهُمْ
- sen onları ni'metlendirdin
- waābāahum
- وَءَابَآءَهُمْ
- ve atalarını
- ḥattā
- حَتَّىٰ
- kadar
- nasū
- نَسُوا۟
- unutuncaya
- l-dhik'ra
- ٱلذِّكْرَ
- anmayı
- wakānū
- وَكَانُوا۟
- ve oldular
- qawman
- قَوْمًۢا
- bir topluluk
- būran
- بُورًا
- helaki hak eden
Onlar: "Haşa; Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat Sen onlara ve babalarına nimetler verdin de sonunda Seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir millet oldular" derler. ([25] Furkan: 18)Tefsir
فَقَدْ كَذَّبُوْكُمْ بِمَا تَقُوْلُوْنَۙ فَمَا تَسْتَطِيْعُوْنَ صَرْفًا وَّلَا نَصْرًاۚ وَمَنْ يَّظْلِمْ مِّنْكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبِيْرًا ١٩
- faqad
- فَقَدْ
- işte
- kadhabūkum
- كَذَّبُوكُم
- sizi yalanladılar
- bimā
- بِمَا
- şeyler
- taqūlūna
- تَقُولُونَ
- dedikleriniz
- famā
- فَمَا
- artık
- tastaṭīʿūna
- تَسْتَطِيعُونَ
- gücünüz yetmez
- ṣarfan
- صَرْفًا
- (azabı) geri çevirmeğe
- walā
- وَلَا
- ne de
- naṣran
- نَصْرًاۚ
- yardım bulabilirsiniz
- waman
- وَمَن
- ve kim
- yaẓlim
- يَظْلِم
- zulmederse
- minkum
- مِّنكُمْ
- sizden
- nudhiq'hu
- نُذِقْهُ
- ona taddırırız
- ʿadhāban
- عَذَابًا
- bir azab
- kabīran
- كَبِيرًا
- büyük
"Söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar, artık kendinizden azabı çeviremez, yardım da göremezsiniz. Zulmedenlerinize büyük bir azap tattıracağız" denir. ([25] Furkan: 19)Tefsir
وَمَآ اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِيْنَ اِلَّآ اِنَّهُمْ لَيَأْكُلُوْنَ الطَّعَامَ وَيَمْشُوْنَ فِى الْاَسْوَاقِۗ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً ۗ اَتَصْبِرُوْنَۚ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيْرًا ࣖ ۔ ٢٠
- wamā
- وَمَآ
- ve
- arsalnā
- أَرْسَلْنَا
- göndermedik
- qablaka
- قَبْلَكَ
- senden önce
- mina l-mur'salīna
- مِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- elçilerden
- illā
- إِلَّآ
- başkasını
- innahum
- إِنَّهُمْ
- şüphesiz onlar
- layakulūna
- لَيَأْكُلُونَ
- yerlerdi
- l-ṭaʿāma
- ٱلطَّعَامَ
- yemek
- wayamshūna
- وَيَمْشُونَ
- ve gezerlerdi
- fī l-aswāqi
- فِى ٱلْأَسْوَاقِۗ
- çarşılarda
- wajaʿalnā
- وَجَعَلْنَا
- ve biz yaptık
- baʿḍakum
- بَعْضَكُمْ
- kiminizi
- libaʿḍin
- لِبَعْضٍ
- kiminiz için
- fit'natan
- فِتْنَةً
- bir sınav
- ataṣbirūna
- أَتَصْبِرُونَۗ
- sabrediyor musunuz?
- wakāna
- وَكَانَ
- ve
- rabbuka
- رَبُّكَ
- Rabbin
- baṣīran
- بَصِيرًا
- (herşeyi) görendir
Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi. Ey insanlar! Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin her şeyi görür. ([25] Furkan: 20)Tefsir