قَالُوْا فَأْتُوْا بِهٖ عَلٰٓى اَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُوْنَ ٦١
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler
- fatū
- فَأْتُوا۟
- getirin
- bihi
- بِهِۦ
- onu
- ʿalā
- عَلَىٰٓ
- önüne
- aʿyuni
- أَعْيُنِ
- gözü
- l-nāsi
- ٱلنَّاسِ
- insanların
- laʿallahum
- لَعَلَّهُمْ
- böylece onlar
- yashhadūna
- يَشْهَدُونَ
- tanık olsunlar
Bazıları: "İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk" deyince, "O halde bunların şahidlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin" dediler. ([21] Enbiya: 61)Tefsir
قَالُوْٓا ءَاَنْتَ فَعَلْتَ هٰذَا بِاٰلِهَتِنَا يٰٓاِبْرٰهِيْمُ ۗ ٦٢
- qālū
- قَالُوٓا۟
- dediler ki
- a-anta
- ءَأَنتَ
- sen mi?
- faʿalta
- فَعَلْتَ
- yaptın
- hādhā
- هَٰذَا
- bunu
- biālihatinā
- بِـَٔالِهَتِنَا
- tanrılarımıza
- yāib'rāhīmu
- يَٰٓإِبْرَٰهِيمُ
- ey İbrahim
İbrahim gelince, ona: "Ey İbrahim, bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?" dediler. ([21] Enbiya: 62)Tefsir
قَالَ بَلْ فَعَلَهٗ كَبِيْرُهُمْ هٰذَا فَسْـَٔلُوْهُمْ اِنْ كَانُوْا يَنْطِقُوْنَ ٦٣
- qāla
- قَالَ
- dedi
- bal
- بَلْ
- hayır
- faʿalahu
- فَعَلَهُۥ
- yapmış
- kabīruhum
- كَبِيرُهُمْ
- büyükleri
- hādhā
- هَٰذَا
- işte şu
- fasalūhum
- فَسْـَٔلُوهُمْ
- onlara sorun
- in
- إِن
- eğer
- kānū
- كَانُوا۟
- onlar
- yanṭiqūna
- يَنطِقُونَ
- konuşurlarsa
İbrahim: "Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi. ([21] Enbiya: 63)Tefsir
فَرَجَعُوْٓا اِلٰٓى اَنْفُسِهِمْ فَقَالُوْٓا اِنَّكُمْ اَنْتُمُ الظّٰلِمُوْنَ ۙ ٦٤
- farajaʿū
- فَرَجَعُوٓا۟
- döndüler
- ilā anfusihim
- إِلَىٰٓ أَنفُسِهِمْ
- kendi vicdanlarına
- faqālū
- فَقَالُوٓا۟
- ve dediler
- innakum
- إِنَّكُمْ
- hakikaten siz
- antumu
- أَنتُمُ
- sizler
- l-ẓālimūna
- ٱلظَّٰلِمُونَ
- haksızsınız
Kendi kendilerine: "Doğrusu siz haksızsınız", sonra kafalarında olan eski inançlarına dönerek: "Ey İbrahim! bunların konuşmayacağını, and olsun ki, bilirsin" dediler. ([21] Enbiya: 64)Tefsir
ثُمَّ نُكِسُوْا عَلٰى رُءُوْسِهِمْۚ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا هٰٓؤُلَاۤءِ يَنْطِقُوْنَ ٦٥
- thumma
- ثُمَّ
- sonra yine
- nukisū
- نُكِسُوا۟
- döndürüldüler
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üzerine
- ruūsihim
- رُءُوسِهِمْ
- eski kafaları
- laqad
- لَقَدْ
- muhakkak
- ʿalim'ta
- عَلِمْتَ
- bilirsin ki
- mā hāulāi
- مَا هَٰٓؤُلَآءِ
- bunlar
- yanṭiqūna
- يَنطِقُونَ
- konuşmazlar
Kendi kendilerine: "Doğrusu siz haksızsınız", sonra kafalarında olan eski inançlarına dönerek: "Ey İbrahim! bunların konuşmayacağını, and olsun ki, bilirsin" dediler. ([21] Enbiya: 65)Tefsir
قَالَ اَفَتَعْبُدُوْنَ مِنْ دُوْنِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكُمْ شَيْـًٔا وَّلَا يَضُرُّكُمْ ۗ ٦٦
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- afataʿbudūna
- أَفَتَعْبُدُونَ
- tapıyor musunuz?
- min dūni
- مِن دُونِ
- bırakıp da
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ı
- mā
- مَا
- şeylere
- lā
- لَا
- asla
- yanfaʿukum
- يَنفَعُكُمْ
- size fayda vermeyen
- shayan
- شَيْـًٔا
- hiçbir
- walā
- وَلَا
- ve
- yaḍurrukum
- يَضُرُّكُمْ
- zarar vermeyen
İbrahim: "O halde, Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?" dedi. ([21] Enbiya: 66)Tefsir
اُفٍّ لَّكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُوْنَ مِنْ دُوْنِ اللّٰهِ ۗاَفَلَا تَعْقِلُوْنَ ٦٧
- uffin
- أُفٍّ
- yuh olsun
- lakum
- لَّكُمْ
- size
- walimā
- وَلِمَا
- ve
- taʿbudūna
- تَعْبُدُونَ
- taptıklarınıza
- min dūni
- مِن دُونِ
- dışında
- l-lahi
- ٱللَّهِۖ
- Allah'tan
- afalā taʿqilūna
- أَفَلَا تَعْقِلُونَ
- aklınızı kullanmıyor musunuz siz?
İbrahim: "O halde, Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?" dedi. ([21] Enbiya: 67)Tefsir
قَالُوْا حَرِّقُوْهُ وَانْصُرُوْٓا اٰلِهَتَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ فٰعِلِيْنَ ٦٨
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- ḥarriqūhu
- حَرِّقُوهُ
- onu (İbrahim'i) yakın
- wa-unṣurū
- وَٱنصُرُوٓا۟
- ve yardım edin
- ālihatakum
- ءَالِهَتَكُمْ
- tanrılarınıza
- in
- إِن
- eğer
- kuntum
- كُنتُمْ
- siz
- fāʿilīna
- فَٰعِلِينَ
- (bir iş) yapacaksanız
Onlar: "Bir şey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin" dediler. ([21] Enbiya: 68)Tefsir
قُلْنَا يَا نَارُ كُوْنِيْ بَرْدًا وَّسَلٰمًا عَلٰٓى اِبْرٰهِيْمَ ۙ ٦٩
- qul'nā
- قُلْنَا
- biz de dedik ki
- yānāru
- يَٰنَارُ
- ey ateş
- kūnī
- كُونِى
- ol
- bardan
- بَرْدًا
- serin
- wasalāman
- وَسَلَٰمًا
- ve esenlik
- ʿalā ib'rāhīma
- عَلَىٰٓ إِبْرَٰهِيمَ
- İbrahim'e
Biz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol" dedik. ([21] Enbiya: 69)Tefsir
وَاَرَادُوْا بِهٖ كَيْدًا فَجَعَلْنٰهُمُ الْاَخْسَرِيْنَ ۚ ٧٠
- wa-arādū
- وَأَرَادُوا۟
- ve istediler
- bihi
- بِهِۦ
- ona
- kaydan
- كَيْدًا
- bir tuzak kurmak
- fajaʿalnāhumu
- فَجَعَلْنَٰهُمُ
- biz de kendilerini uğrattık
- l-akhsarīna
- ٱلْأَخْسَرِينَ
- hüsrana
Ona düzen kurmak istediler, fakat Biz onları hüsrana uğrattık. ([21] Enbiya: 70)Tefsir