فَهَزَمُوْهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِ ۗوَقَتَلَ دَاوٗدُ جَالُوْتَ وَاٰتٰىهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهٗ مِمَّا يَشَاۤءُ ۗ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُوْ فَضْلٍ عَلَى الْعٰلَمِيْنَ ٢٥١
- fahazamūhum
- فَهَزَمُوهُم
- derken onları bozdular
- bi-idh'ni
- بِإِذْنِ
- izniyle
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- waqatala
- وَقَتَلَ
- ve öldürdü
- dāwūdu
- دَاوُۥدُ
- Davud
- jālūta
- جَالُوتَ
- Calut'u
- waātāhu
- وَءَاتَىٰهُ
- ve ona (Davud'a) verdi
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- l-mul'ka
- ٱلْمُلْكَ
- hükümdarlık
- wal-ḥik'mata
- وَٱلْحِكْمَةَ
- ve hikmet
- waʿallamahu
- وَعَلَّمَهُۥ
- ve ona öğretti
- mimmā
- مِمَّا
- şeyleri
- yashāu
- يَشَآءُۗ
- dilediği
- walawlā
- وَلَوْلَا
- eğer
- dafʿu
- دَفْعُ
- savmasaydı
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah
- l-nāsa
- ٱلنَّاسَ
- insanların
- baʿḍahum
- بَعْضَهُم
- bir kısmını
- bibaʿḍin
- بِبَعْضٍ
- bir kısmıyle
- lafasadati
- لَّفَسَدَتِ
- bozulurdu
- l-arḍu
- ٱلْأَرْضُ
- dünya
- walākinna
- وَلَٰكِنَّ
- fakat
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- dhū
- ذُو
- sahibidir
- faḍlin
- فَضْلٍ
- lutuf
- ʿalā
- عَلَى
- karşı
- l-ʿālamīna
- ٱلْعَٰلَمِينَ
- bütün alemlere
Onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır. ([2] Bakara: 251)Tefsir
تِلْكَ اٰيٰتُ اللّٰهِ نَتْلُوْهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ ۗ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِيْنَ ۔ ٢٥٢
- til'ka
- تِلْكَ
- bunlar
- āyātu
- ءَايَٰتُ
- ayetleridir
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- natlūhā
- نَتْلُوهَا
- okuyoruz (açıklıyoruz)
- ʿalayka
- عَلَيْكَ
- sana
- bil-ḥaqi
- بِٱلْحَقِّۚ
- hak olarak
- wa-innaka
- وَإِنَّكَ
- elbette sen
- lamina l-mur'salīna
- لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- gönderilenlerdensin
İşte bunlar Allah'ın ayetleridir. Biz onları sana doğru olarak okuyoruz. Şüphesiz sen peygamberlerden birisin. ([2] Bakara: 252)Tefsir
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۘ مِنْهُمْ مَّنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجٰتٍۗ وَاٰتَيْنَا عِيْسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنٰتِ وَاَيَّدْنٰهُ بِرُوْحِ الْقُدُسِۗ وَلَوْ شَاۤءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِيْنَ مِنْۢ بَعْدِهِمْ مِّنْۢ بَعْدِ مَا جَاۤءَتْهُمُ الْبَيِّنٰتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوْا فَمِنْهُمْ مَّنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَّنْ كَفَرَ ۗوَلَوْ شَاۤءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوْاۗ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيْدُ ࣖ ٢٥٣
- til'ka
- تِلْكَ
- işte o
- l-rusulu
- ٱلرُّسُلُ
- elçiler ki
- faḍḍalnā
- فَضَّلْنَا
- üstün kıldık
- baʿḍahum
- بَعْضَهُمْ
- kimini
- ʿalā
- عَلَىٰ
- karşı
- baʿḍin
- بَعْضٍۘ
- kimine
- min'hum
- مِّنْهُم
- onlardan
- man
- مَّن
- kimine
- kallama
- كَلَّمَ
- konuştu
- l-lahu
- ٱللَّهُۖ
- Allah
- warafaʿa
- وَرَفَعَ
- ve yükseltti
- baʿḍahum
- بَعْضَهُمْ
- kimini de
- darajātin
- دَرَجَٰتٍۚ
- derecelerle
- waātaynā
- وَءَاتَيْنَا
- ve verdik
- ʿīsā
- عِيسَى
- Îsa'ya
- ib'na
- ٱبْنَ
- oğlu
- maryama
- مَرْيَمَ
- Meryem
- l-bayināti
- ٱلْبَيِّنَٰتِ
- açık deliller
- wa-ayyadnāhu
- وَأَيَّدْنَٰهُ
- ve onu destekledik
- birūḥi
- بِرُوحِ
- Ruh ile
- l-qudusi
- ٱلْقُدُسِۗ
- Kudüs
- walaw
- وَلَوْ
- ve eğer
- shāa
- شَآءَ
- dileseydi
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- mā iq'tatala
- مَا ٱقْتَتَلَ
- öldürmezlerdi
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseleri (milletleri)
- min baʿdihim
- مِنۢ بَعْدِهِم
- onların arkasından gelen
- min baʿdi
- مِّنۢ بَعْدِ
- sonra
- mā jāathumu
- مَا جَآءَتْهُمُ
- gelmiş olduktan
- l-bayinātu
- ٱلْبَيِّنَٰتُ
- açık deliller
- walākini
- وَلَٰكِنِ
- fakat
- ikh'talafū
- ٱخْتَلَفُوا۟
- anlaşmazlığa düştüler
- famin'hum
- فَمِنْهُم
- onlardan
- man
- مَّنْ
- kimileri
- āmana
- ءَامَنَ
- inandı
- wamin'hum
- وَمِنْهُم
- ve onlardan
- man
- مَّن
- kimi de
- kafara
- كَفَرَۚ
- inkar etti
- walaw
- وَلَوْ
- eğer
- shāa
- شَآءَ
- dileseydi
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- mā iq'tatalū
- مَا ٱقْتَتَلُوا۟
- birbirlerini öldürmezlerdi
- walākinna
- وَلَٰكِنَّ
- ama
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- yafʿalu
- يَفْعَلُ
- yapar
- mā
- مَا
- şeyi
- yurīdu
- يُرِيدُ
- dilediği
İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhul Kudüs'le destekledik. Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi, lakin Allah istediğini yapar. ([2] Bakara: 253)Tefsir
يٰٓاَيُّهَا الَّذِيْنَ اٰمَنُوْٓا اَنْفِقُوْا مِمَّا رَزَقْنٰكُمْ مِّنْ قَبْلِ اَنْ يَّأْتِيَ يَوْمٌ لَّا بَيْعٌ فِيْهِ وَلَا خُلَّةٌ وَّلَا شَفَاعَةٌ ۗوَالْكٰفِرُوْنَ هُمُ الظّٰلِمُوْنَ ٢٥٤
- yāayyuhā
- يَٰٓأَيُّهَا
- ey
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- āmanū
- ءَامَنُوٓا۟
- inanan(lar)
- anfiqū
- أَنفِقُوا۟
- infak edin
- mimmā razaqnākum
- مِمَّا رَزَقْنَٰكُم
- size verdiğimiz rızıktan
- min qabli
- مِّن قَبْلِ
- önce
- an yatiya
- أَن يَأْتِىَ
- gelmezden
- yawmun
- يَوْمٌ
- gün
- lā
- لَّا
- olmadığı
- bayʿun
- بَيْعٌ
- alışverişin
- fīhi
- فِيهِ
- içinde
- walā
- وَلَا
- ve hiçbir
- khullatun
- خُلَّةٌ
- dostluğun
- walā
- وَلَا
- ve hiçbir
- shafāʿatun
- شَفَٰعَةٌۗ
- şefaatin
- wal-kāfirūna
- وَٱلْكَٰفِرُونَ
- ve kafirler
- humu
- هُمُ
- ta kendileridir
- l-ẓālimūna
- ٱلظَّٰلِمُونَ
- zalimlerin
Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir. ([2] Bakara: 254)Tefsir
اَللّٰهُ لَآ اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّوْمُ ەۚ لَا تَأْخُذُهٗ سِنَةٌ وَّلَا نَوْمٌۗ لَهٗ مَا فِى السَّمٰوٰتِ وَمَا فِى الْاَرْضِۗ مَنْ ذَا الَّذِيْ يَشْفَعُ عِنْدَهٗٓ اِلَّا بِاِذْنِهٖۗ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدِيْهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُحِيْطُوْنَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهٖٓ اِلَّا بِمَا شَاۤءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوٰتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَـُٔوْدُهٗ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيْمُ ٢٥٥
- al-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah (ki)
- lā
- لَآ
- yoktur
- ilāha
- إِلَٰهَ
- tanrı
- illā
- إِلَّا
- başka
- huwa
- هُوَ
- O'ndan
- l-ḥayu
- ٱلْحَىُّ
- daima diridir
- l-qayūmu
- ٱلْقَيُّومُۚ
- koruyup yöneticidir
- lā takhudhuhu
- لَا تَأْخُذُهُۥ
- O'nu tutmaz
- sinatun
- سِنَةٌ
- ne bir uyuklama
- walā
- وَلَا
- ve ne de
- nawmun
- نَوْمٌۚ
- bir uyku
- lahu
- لَّهُۥ
- O'nundur
- mā
- مَا
- ne
- fī
- فِى
- varsa
- l-samāwāti
- ٱلسَّمَٰوَٰتِ
- göklerde
- wamā
- وَمَا
- ve ne
- fī
- فِى
- varsa
- l-arḍi
- ٱلْأَرْضِۗ
- yerde
- man
- مَن
- kimdir
- dhā alladhī
- ذَا ٱلَّذِى
- ki
- yashfaʿu
- يَشْفَعُ
- şefaat edebilir
- ʿindahu
- عِندَهُۥٓ
- kendisinin katında
- illā
- إِلَّا
- dışında
- bi-idh'nihi
- بِإِذْنِهِۦۚ
- O'nun izni
- yaʿlamu
- يَعْلَمُ
- bilir
- mā
- مَا
- olanı
- bayna aydīhim
- بَيْنَ أَيْدِيهِمْ
- onların önünde
- wamā
- وَمَا
- ve olanı
- khalfahum
- خَلْفَهُمْۖ
- arkalarında
- walā yuḥīṭūna
- وَلَا يُحِيطُونَ
- kavrayamazlar
- bishayin
- بِشَىْءٍ
- hiçbir şey
- min ʿil'mihi
- مِّنْ عِلْمِهِۦٓ
- O'nun ilminden
- illā
- إِلَّا
- dışında
- bimā
- بِمَا
- şeyler
- shāa
- شَآءَۚ
- dilediği
- wasiʿa
- وَسِعَ
- kaplamıştır
- kur'siyyuhu
- كُرْسِيُّهُ
- O'nun Kürsüsü
- l-samāwāti
- ٱلسَّمَٰوَٰتِ
- gökleri
- wal-arḍa
- وَٱلْأَرْضَۖ
- ve yeri
- walā yaūduhu
- وَلَا يَـُٔودُهُۥ
- O'na ağır gelmez
- ḥif'ẓuhumā
- حِفْظُهُمَاۚ
- onları koru(yup gözet)mek
- wahuwa
- وَهُوَ
- O
- l-ʿaliyu
- ٱلْعَلِىُّ
- yücedir
- l-ʿaẓīmu
- ٱلْعَظِيمُ
- büyüktür
Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür. ([2] Bakara: 255)Tefsir
لَآ اِكْرَاهَ فِى الدِّيْنِۗ قَدْ تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ ۚ فَمَنْ يَّكْفُرْ بِالطَّاغُوْتِ وَيُؤْمِنْۢ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا ۗوَاللّٰهُ سَمِيْعٌ عَلِيْمٌ ٢٥٦
- lā
- لَآ
- yoktur
- ik'rāha
- إِكْرَاهَ
- zorlama
- fī l-dīni
- فِى ٱلدِّينِۖ
- Dinde
- qad
- قَد
- elbette
- tabayyana
- تَّبَيَّنَ
- seçilip belli olmuştur
- l-rush'du
- ٱلرُّشْدُ
- doğruluk
- mina l-ghayi
- مِنَ ٱلْغَىِّۚ
- sapıklıktan
- faman
- فَمَن
- kim
- yakfur
- يَكْفُرْ
- inkar eder
- bil-ṭāghūti
- بِٱلطَّٰغُوتِ
- tağut (şeytan)ı
- wayu'min
- وَيُؤْمِنۢ
- ve inanırsa
- bil-lahi
- بِٱللَّهِ
- Allah'a
- faqadi
- فَقَدِ
- muhakkak ki o
- is'tamsaka
- ٱسْتَمْسَكَ
- yapışmıştır
- bil-ʿur'wati
- بِٱلْعُرْوَةِ
- bir kulpa
- l-wuth'qā
- ٱلْوُثْقَىٰ
- sağlam
- lā infiṣāma
- لَا ٱنفِصَامَ
- kopmayan
- lahā wal-lahu
- لَهَاۗ وَٱللَّهُ
- Allah
- samīʿun
- سَمِيعٌ
- işitendir
- ʿalīmun
- عَلِيمٌ
- bilendir
Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Tağutu (saptırıcıları) inkar edip Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir. ([2] Bakara: 256)Tefsir
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذِيْنَ اٰمَنُوْا يُخْرِجُهُمْ مِّنَ الظُّلُمٰتِ اِلَى النُّوْرِۗ وَالَّذِيْنَ كَفَرُوْٓا اَوْلِيَاۤؤُهُمُ الطَّاغُوْتُ يُخْرِجُوْنَهُمْ مِّنَ النُّوْرِ اِلَى الظُّلُمٰتِۗ اُولٰۤىِٕكَ اَصْحٰبُ النَّارِۚ هُمْ فِيْهَا خٰلِدُوْنَ ࣖ ٢٥٧
- al-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- waliyyu
- وَلِىُّ
- dostudur
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimselerin
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inananların
- yukh'rijuhum
- يُخْرِجُهُم
- onları çıkarır
- mina l-ẓulumāti
- مِّنَ ٱلظُّلُمَٰتِ
- karanlıklardan
- ilā l-nūri
- إِلَى ٱلنُّورِۖ
- aydınlığa
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- kimselerin
- kafarū
- كَفَرُوٓا۟
- inkar eden
- awliyāuhumu
- أَوْلِيَآؤُهُمُ
- dostları da
- l-ṭāghūtu
- ٱلطَّٰغُوتُ
- tağuttur
- yukh'rijūnahum
- يُخْرِجُونَهُم
- (O da) onları çıkarır
- mina l-nūri
- مِّنَ ٱلنُّورِ
- aydınlıktan
- ilā l-ẓulumāti
- إِلَى ٱلظُّلُمَٰتِۗ
- karanlıklara
- ulāika
- أُو۟لَٰٓئِكَ
- İşte onlar
- aṣḥābu
- أَصْحَٰبُ
- halkıdır
- l-nāri
- ٱلنَّارِۖ
- ateş
- hum
- هُمْ
- onlar
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- khālidūna
- خَٰلِدُونَ
- ebedi kalacaklardır
Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temelli kalacaklardır. ([2] Bakara: 257)Tefsir
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذِيْ حَاۤجَّ اِبْرٰهٖمَ فِيْ رَبِّهٖٓ اَنْ اٰتٰىهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ ۘ اِذْ قَالَ اِبْرٰهٖمُ رَبِّيَ الَّذِيْ يُحْيٖ وَيُمِيْتُۙ قَالَ اَنَا۠ اُحْيٖ وَاُمِيْتُ ۗ قَالَ اِبْرٰهٖمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْتِيْ بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِيْ كَفَرَ ۗوَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظّٰلِمِيْنَۚ ٢٥٨
- alam tara
- أَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- ilā alladhī
- إِلَى ٱلَّذِى
- kimseyi
- ḥājja
- حَآجَّ
- tartışan
- ib'rāhīma
- إِبْرَٰهِۦمَ
- İbrahim'le
- fī
- فِى
- hakkında
- rabbihi
- رَبِّهِۦٓ
- Rabbi
- an
- أَنْ
- diye
- ātāhu
- ءَاتَىٰهُ
- kendisine verdi
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- l-mul'ka
- ٱلْمُلْكَ
- hükümdarlık
- idh
- إِذْ
- zaman
- qāla
- قَالَ
- dediği
- ib'rāhīmu
- إِبْرَٰهِۦمُ
- İbrahim
- rabbiya
- رَبِّىَ
- benim Rabbim
- alladhī
- ٱلَّذِى
- ki
- yuḥ'yī
- يُحْىِۦ
- yaşatır
- wayumītu
- وَيُمِيتُ
- ve öldürür
- qāla
- قَالَ
- dedi
- anā
- أَنَا۠
- ben de
- uḥ'yī
- أُحْىِۦ
- yaşatır
- wa-umītu
- وَأُمِيتُۖ
- ve öldürürüm
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- ib'rāhīmu
- إِبْرَٰهِۦمُ
- İbrahim
- fa-inna
- فَإِنَّ
- şüphesiz
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- yatī
- يَأْتِى
- getirir
- bil-shamsi
- بِٱلشَّمْسِ
- güneşi
- mina l-mashriqi
- مِنَ ٱلْمَشْرِقِ
- doğudan
- fati
- فَأْتِ
- sen de getir
- bihā
- بِهَا
- onu
- mina l-maghribi
- مِنَ ٱلْمَغْرِبِ
- batıdan
- fabuhita
- فَبُهِتَ
- şaşırıp kaldı
- alladhī
- ٱلَّذِى
- kimse (o adam)
- kafara
- كَفَرَۗ
- inkar eden
- wal-lahu
- وَٱللَّهُ
- Allah
- lā yahdī
- لَا يَهْدِى
- doğru yola iletmez
- l-qawma
- ٱلْقَوْمَ
- toplumu
- l-ẓālimīna
- ٱلظَّٰلِمِينَ
- zalim
Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: "Rabbim, dirilten ve öldürendir" demişti. "Ben de diriltir ve öldürürüm" dedi; İbrahim, "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene" dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez. ([2] Bakara: 258)Tefsir
اَوْ كَالَّذِيْ مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَّهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوْشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْيٖ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَا ۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهٗ ۗ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ ۗ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۗ قَالَ بَلْ لَّبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ ۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَۗ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِّلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوْهَا لَحْمًا ۗ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهٗ ۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيْرٌ ٢٥٩
- aw
- أَوْ
- yahut
- ka-alladhī
- كَٱلَّذِى
- şu kimse gibi ki
- marra
- مَرَّ
- uğramıştı
- ʿalā qaryatin
- عَلَىٰ قَرْيَةٍ
- bir kasabaya
- wahiya
- وَهِىَ
- o kimse
- khāwiyatun
- خَاوِيَةٌ
- (duvarları) yığılmış
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üstüne
- ʿurūshihā
- عُرُوشِهَا
- çatıları
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- annā
- أَنَّىٰ
- nasıl
- yuḥ'yī
- يُحْىِۦ
- diriltecek
- hādhihi
- هَٰذِهِ
- bunu
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- baʿda
- بَعْدَ
- sonra
- mawtihā
- مَوْتِهَاۖ
- öldükten
- fa-amātahu
- فَأَمَاتَهُ
- kendisini öldürüp
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah (da)
- mi-ata
- مِا۟ئَةَ
- yüz
- ʿāmin
- عَامٍ
- sene
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- baʿathahu
- بَعَثَهُۥۖ
- diriltti
- qāla
- قَالَ
- dedi
- kam
- كَمْ
- ne kadar
- labith'ta
- لَبِثْتَۖ
- kaldın
- qāla
- قَالَ
- dedi
- labith'tu
- لَبِثْتُ
- kaldım
- yawman
- يَوْمًا
- bir gün
- aw
- أَوْ
- ya da
- baʿḍa
- بَعْضَ
- birazı (kadar)
- yawmin
- يَوْمٍۖ
- bir günün
- qāla
- قَالَ
- (Allah) dedi
- bal
- بَل
- bilakis
- labith'ta
- لَّبِثْتَ
- kaldın
- mi-ata
- مِا۟ئَةَ
- yüz
- ʿāmin
- عَامٍ
- yıl
- fa-unẓur
- فَٱنظُرْ
- bak
- ilā ṭaʿāmika
- إِلَىٰ طَعَامِكَ
- yiyeceğine
- washarābika
- وَشَرَابِكَ
- ve içeceğine
- lam yatasannah
- لَمْ يَتَسَنَّهْۖ
- bozulmamış
- wa-unẓur
- وَٱنظُرْ
- ve bak
- ilā ḥimārika
- إِلَىٰ حِمَارِكَ
- eşeğine
- walinajʿalaka
- وَلِنَجْعَلَكَ
- seni kılalım diye
- āyatan
- ءَايَةً
- bir ibret
- lilnnāsi
- لِّلنَّاسِۖ
- insanlar için
- wa-unẓur
- وَٱنظُرْ
- ve bak
- ilā l-ʿiẓāmi
- إِلَى ٱلْعِظَامِ
- kemiklere
- kayfa
- كَيْفَ
- nasıl
- nunshizuhā
- نُنشِزُهَا
- onları birbiri üstüne koyuyor
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- naksūhā
- نَكْسُوهَا
- onlara giydiriyoruz
- laḥman
- لَحْمًاۚ
- et
- falammā
- فَلَمَّا
- bu işler
- tabayyana
- تَبَيَّنَ
- açıkça belli olunca
- lahu
- لَهُۥ
- ona
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- aʿlamu
- أَعْلَمُ
- biliyorum ki
- anna
- أَنَّ
- şüphesiz
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- ʿalā kulli shayin
- عَلَىٰ كُلِّ شَىْءٍ
- her şeye
- qadīrun
- قَدِيرٌ
- kadirdir
Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? "Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, "Ne kadar kaldın?" dedi, "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi, "Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz" dedi; bu ona apaçık belli olunca, "Artık Allah'ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum" dedi. ([2] Bakara: 259)Tefsir
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖمُ رَبِّ اَرِنِيْ كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتٰىۗ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ ۗقَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِّيَطْمَىِٕنَّ قَلْبِيْ ۗقَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِفَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِيْنَكَ سَعْيًا ۗوَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَزِيْزٌحَكِيْمٌ ࣖ ٢٦٠
- wa-idh
- وَإِذْ
- ve bir zaman
- qāla
- قَالَ
- demişti
- ib'rāhīmu
- إِبْرَٰهِۦمُ
- İbrahim
- rabbi
- رَبِّ
- Rabbim
- arinī
- أَرِنِى
- bana göster
- kayfa
- كَيْفَ
- nasıl
- tuḥ'yī
- تُحْىِ
- dirilttiğini
- l-mawtā
- ٱلْمَوْتَىٰۖ
- ölüleri
- qāla
- قَالَ
- (Allah) dedi
- awalam
- أَوَلَمْ
- yoksa
- tu'min
- تُؤْمِنۖ
- inanmadın mı
- qāla
- قَالَ
- (İbrahim) dedi ki
- balā
- بَلَىٰ
- Hayır (inandım)
- walākin
- وَلَٰكِن
- fakat
- liyaṭma-inna
- لِّيَطْمَئِنَّ
- tatmin olması için
- qalbī
- قَلْبِىۖ
- kalbimin
- qāla
- قَالَ
- dedi
- fakhudh
- فَخُذْ
- o halde tut
- arbaʿatan
- أَرْبَعَةً
- dördünü
- mina l-ṭayri
- مِّنَ ٱلطَّيْرِ
- kuşlardan
- faṣur'hunna
- فَصُرْهُنَّ
- onları alıştır
- ilayka
- إِلَيْكَ
- kendine
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- ij'ʿal
- ٱجْعَلْ
- koy
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üzerine
- kulli
- كُلِّ
- her
- jabalin
- جَبَلٍ
- dağın
- min'hunna
- مِّنْهُنَّ
- onlardan
- juz'an
- جُزْءًا
- bir parça
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- ud'ʿuhunna
- ٱدْعُهُنَّ
- onları (kendine) çağır
- yatīnaka
- يَأْتِينَكَ
- sana gelecekler
- saʿyan
- سَعْيًاۚ
- koşarak
- wa-iʿ'lam
- وَٱعْلَمْ
- bil ki
- anna
- أَنَّ
- şüphesiz
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- ʿazīzun
- عَزِيزٌ
- daima üstün
- ḥakīmun
- حَكِيمٌ
- hüküm ve hikmet sahibidir
İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, "Hayır öyle değil, fakat kalbim iyice kansın" demişti. "Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakim olduğunu bil" demişti. ([2] Bakara: 260)Tefsir