فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِى الْكَهْفِ سِنِيْنَ عَدَدًاۙ ١١
- faḍarabnā
- فَضَرَبْنَا
- biz de vurduk
- ʿalā
- عَلَىٰٓ
- (ağırlık)
- ādhānihim
- ءَاذَانِهِمْ
- kulaklarına
- fī l-kahfi
- فِى ٱلْكَهْفِ
- mağarada
- sinīna
- سِنِينَ
- yıllar
- ʿadadan
- عَدَدًا
- nice
Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık. ([18] Kehf: 11)Tefsir
ثُمَّ بَعَثْنٰهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُوْٓا اَمَدًا ࣖ ١٢
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- baʿathnāhum
- بَعَثْنَٰهُمْ
- onları uyandırdık
- linaʿlama
- لِنَعْلَمَ
- bilmek için
- ayyu
- أَىُّ
- hangisinin
- l-ḥiz'bayni
- ٱلْحِزْبَيْنِ
- iki zümreden
- aḥṣā
- أَحْصَىٰ
- daha iyi hesabedeceğini
- limā labithū
- لِمَا لَبِثُوٓا۟
- (onların) kaldıkları
- amadan
- أَمَدًا
- süreyi
Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık. ([18] Kehf: 12)Tefsir
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۗ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوْا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنٰهُمْ هُدًىۖ ١٣
- naḥnu
- نَّحْنُ
- biz
- naquṣṣu
- نَقُصُّ
- anlatıyoruz
- ʿalayka
- عَلَيْكَ
- sana
- naba-ahum
- نَبَأَهُم
- onların haberlerini
- bil-ḥaqi
- بِٱلْحَقِّۚ
- gerçek olarak
- innahum
- إِنَّهُمْ
- muhakkak onlar
- fit'yatun
- فِتْيَةٌ
- gençlerdi
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inanmış
- birabbihim
- بِرَبِّهِمْ
- Rablerine
- wazid'nāhum
- وَزِدْنَٰهُمْ
- biz de onların artırmıştık
- hudan
- هُدًى
- hidayetlerini
Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" ([18] Kehf: 13)Tefsir
وَّرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوْبِهِمْ اِذْ قَامُوْا فَقَالُوْا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوٰتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَّدْعُوَا۟ مِنْ دُوْنِهٖٓ اِلٰهًا لَّقَدْ قُلْنَآ اِذًا شَطَطًا ١٤
- warabaṭnā
- وَرَبَطْنَا
- ve metanet bağlamıştık
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üstüne
- qulūbihim
- قُلُوبِهِمْ
- kalblerinin
- idh qāmū
- إِذْ قَامُوا۟
- kalktılar
- faqālū
- فَقَالُوا۟
- ve dediler ki
- rabbunā
- رَبُّنَا
- Rabbimiz
- rabbu
- رَبُّ
- Rabbidir
- l-samāwāti
- ٱلسَّمَٰوَٰتِ
- göklerin
- wal-arḍi
- وَٱلْأَرْضِ
- ve yerin
- lan nadʿuwā
- لَن نَّدْعُوَا۟
- biz asla demeyiz
- min dūnihi
- مِن دُونِهِۦٓ
- O'ndan başkasına
- ilāhan
- إِلَٰهًاۖ
- Tanrı
- laqad
- لَّقَدْ
- yoksa
- qul'nā
- قُلْنَآ
- konuşmuş oluruz
- idhan
- إِذًا
- o zaman
- shaṭaṭan
- شَطَطًا
- saçma sapan
Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" ([18] Kehf: 14)Tefsir
هٰٓؤُلَاۤءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوْا مِنْ دُوْنِهٖٓ اٰلِهَةًۗ لَوْلَا يَأْتُوْنَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطٰنٍۢ بَيِّنٍۗ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۗ ١٥
- hāulāi
- هَٰٓؤُلَآءِ
- şunlar
- qawmunā
- قَوْمُنَا
- şu kavmimiz
- ittakhadhū
- ٱتَّخَذُوا۟
- edindiler
- min dūnihi
- مِن دُونِهِۦٓ
- O'ndan başka
- ālihatan
- ءَالِهَةًۖ
- tanrılar
- lawlā
- لَّوْلَا
- gerekmez mi?
- yatūna
- يَأْتُونَ
- getirmeleri
- ʿalayhim
- عَلَيْهِم
- onların
- bisul'ṭānin
- بِسُلْطَٰنٍۭ
- bir delil
- bayyinin
- بَيِّنٍۖ
- açık
- faman
- فَمَنْ
- kim olabilir?
- aẓlamu
- أَظْلَمُ
- daha zalim
- mimmani if'tarā
- مِمَّنِ ٱفْتَرَىٰ
- uydurandan
- ʿalā
- عَلَى
- karşı
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'a
- kadhiban
- كَذِبًا
- yalan
Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" ([18] Kehf: 15)Tefsir
وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوْهُمْ وَمَا يَعْبُدُوْنَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوٗٓا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِّنْ رَّحْمَتِهٖ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِّنْ اَمْرِكُمْ مِّرْفَقًا ١٦
- wa-idhi
- وَإِذِ
- madem ki
- iʿ'tazaltumūhum
- ٱعْتَزَلْتُمُوهُمْ
- siz onlardan ayrıldınız
- wamā
- وَمَا
- ve şeylerden
- yaʿbudūna
- يَعْبُدُونَ
- taptıkları
- illā
- إِلَّا
- başka
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah'tan
- fawū
- فَأْوُۥٓا۟
- o halde sığının
- ilā l-kahfi
- إِلَى ٱلْكَهْفِ
- mağaraya
- yanshur
- يَنشُرْ
- yaysın (bollaştırsın)
- lakum
- لَكُمْ
- size
- rabbukum
- رَبُّكُم
- Rabbiniz
- min raḥmatihi
- مِّن رَّحْمَتِهِۦ
- rahmetini
- wayuhayyi
- وَيُهَيِّئْ
- ve hazırlasın
- lakum
- لَكُم
- size
- min amrikum
- مِّنْ أَمْرِكُم
- (şu) işinizden
- mir'faqan
- مِّرْفَقًا
- yararlı bir şey
Onlara: "Siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin" denildi. ([18] Kehf: 16)Tefsir
۞ وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَّزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِيْنِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِيْ فَجْوَةٍ مِّنْهُۗ ذٰلِكَ مِنْ اٰيٰتِ اللّٰهِ ۗمَنْ يَّهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُّضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهٗ وَلِيًّا مُّرْشِدًا ࣖ ١٧
- watarā
- وَتَرَى
- ve görürsün
- l-shamsa
- ٱلشَّمْسَ
- güneşi
- idhā
- إِذَا
- zaman
- ṭalaʿat
- طَلَعَت
- doğduğu
- tazāwaru
- تَّزَٰوَرُ
- eğiliyor
- ʿan kahfihim
- عَن كَهْفِهِمْ
- mağaralarından
- dhāta l-yamīni
- ذَاتَ ٱلْيَمِينِ
- sağa doğru
- wa-idhā
- وَإِذَا
- ve zaman
- gharabat
- غَرَبَت
- battığı
- taqriḍuhum
- تَّقْرِضُهُمْ
- onları makaslayıp geçiyor
- dhāta l-shimāli
- ذَاتَ ٱلشِّمَالِ
- sola doğru
- wahum
- وَهُمْ
- ve onlar
- fī
- فِى
- içindedirler
- fajwatin
- فَجْوَةٍ
- bir dehlizin
- min'hu
- مِّنْهُۚ
- onun (mağaranın)
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- bu (durum)
- min āyāti
- مِنْ ءَايَٰتِ
- ayetlerindendir
- l-lahi
- ٱللَّهِۗ
- Allah'ın
- man
- مَن
- kime
- yahdi
- يَهْدِ
- hidayet verirse
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- fahuwa
- فَهُوَ
- o
- l-muh'tadi
- ٱلْمُهْتَدِۖ
- yolu bulmuştur
- waman
- وَمَن
- ve kimi de
- yuḍ'lil
- يُضْلِلْ
- sapıklıkta bırakırsa
- falan
- فَلَن
- artık
- tajida
- تَجِدَ
- bulamazsın
- lahu
- لَهُۥ
- onun için
- waliyyan
- وَلِيًّا
- bir dost
- mur'shidan
- مُّرْشِدًا
- yol gösteren
Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah'ın mucizelerindendir; Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık ona, doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın. ([18] Kehf: 17)Tefsir
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَّهُمْ رُقُوْدٌ ۖوَّنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِيْنِ وَذَاتَ الشِّمَالِ ۖوَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيْدِۗ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَّلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا ١٨
- wataḥsabuhum
- وَتَحْسَبُهُمْ
- sen onları sanırsın
- ayqāẓan
- أَيْقَاظًا
- uyanıklar
- wahum
- وَهُمْ
- onlar
- ruqūdun
- رُقُودٌۚ
- uyudukları halde
- wanuqallibuhum
- وَنُقَلِّبُهُمْ
- ve onları (uykuda) çeviririz
- dhāta l-yamīni
- ذَاتَ ٱلْيَمِينِ
- sağlarına
- wadhāta
- وَذَاتَ
- ve
- l-shimāli
- ٱلشِّمَالِۖ
- sollarına
- wakalbuhum
- وَكَلْبُهُم
- ve köpekleri de
- bāsiṭun
- بَٰسِطٌ
- uzatmış vaziyettedir
- dhirāʿayhi
- ذِرَاعَيْهِ
- ön ayaklarını
- bil-waṣīdi
- بِٱلْوَصِيدِۚ
- girişte
- lawi
- لَوِ
- eğer
- iṭṭalaʿta
- ٱطَّلَعْتَ
- görseydin
- ʿalayhim
- عَلَيْهِمْ
- onların durumunu
- lawallayta
- لَوَلَّيْتَ
- mutlaka dönüp
- min'hum
- مِنْهُمْ
- onlardan
- firāran
- فِرَارًا
- kaçardın
- walamuli'ta
- وَلَمُلِئْتَ
- ve içine dolardı
- min'hum
- مِنْهُمْ
- onlardan
- ruʿ'ban
- رُعْبًا
- korku
Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın. ([18] Kehf: 18)Tefsir
وَكَذٰلِكَ بَعَثْنٰهُمْ لِيَتَسَاۤءَلُوْا بَيْنَهُمْۗ قَالَ قَاۤىِٕلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۗ قَالُوْا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۗ قَالُوْا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْۗ فَابْعَثُوْٓا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِهٖٓ اِلَى الْمَدِيْنَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَآ اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا ١٩
- wakadhālika
- وَكَذَٰلِكَ
- yine böyle
- baʿathnāhum
- بَعَثْنَٰهُمْ
- onları dirilttik
- liyatasāalū
- لِيَتَسَآءَلُوا۟
- sormaları için
- baynahum
- بَيْنَهُمْۚ
- kendi aralarında
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- qāilun
- قَآئِلٌ
- konuşan biri
- min'hum
- مِّنْهُمْ
- içlerinden
- kam
- كَمْ
- ne kadar?
- labith'tum
- لَبِثْتُمْۖ
- kaldınız
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler
- labith'nā
- لَبِثْنَا
- kaldık
- yawman
- يَوْمًا
- bir gün
- aw
- أَوْ
- ya da
- baʿḍa
- بَعْضَ
- bir parçası (kadar)
- yawmin
- يَوْمٍۚ
- günün
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler
- rabbukum
- رَبُّكُمْ
- Rabbiniz
- aʿlamu
- أَعْلَمُ
- daha iyi bilir
- bimā
- بِمَا
- ne kadar
- labith'tum
- لَبِثْتُمْ
- kaldığınızı;
- fa-ib'ʿathū
- فَٱبْعَثُوٓا۟
- gönderin
- aḥadakum
- أَحَدَكُم
- birinizi
- biwariqikum
- بِوَرِقِكُمْ
- gümüş (para) ile
- hādhihi
- هَٰذِهِۦٓ
- şu
- ilā l-madīnati
- إِلَى ٱلْمَدِينَةِ
- şehre
- falyanẓur
- فَلْيَنظُرْ
- baksın
- ayyuhā
- أَيُّهَآ
- hangi
- azkā
- أَزْكَىٰ
- daha temiz ise
- ṭaʿāman
- طَعَامًا
- yiyecek
- falyatikum
- فَلْيَأْتِكُم
- size getirsin
- biriz'qin
- بِرِزْقٍ
- bir azık
- min'hu
- مِّنْهُ
- ondan
- walyatalaṭṭaf
- وَلْيَتَلَطَّفْ
- ve dikkatli davransın
- walā
- وَلَا
- sakın
- yush'ʿiranna
- يُشْعِرَنَّ
- sezdirmesin
- bikum
- بِكُمْ
- sizi
- aḥadan
- أَحَدًا
- birisine
Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya daha az bir müddet kaldık" dediler. "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın" dediler. ([18] Kehf: 19)Tefsir
اِنَّهُمْ اِنْ يَّظْهَرُوْا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوْكُمْ اَوْ يُعِيْدُوْكُمْ فِيْ مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوْٓا اِذًا اَبَدًا ٢٠
- innahum
- إِنَّهُمْ
- çünkü onlar
- in
- إِن
- eğer
- yaẓharū
- يَظْهَرُوا۟
- ellerine geçirirlerse
- ʿalaykum
- عَلَيْكُمْ
- sizi
- yarjumūkum
- يَرْجُمُوكُمْ
- taşlayarak öldürürler
- aw
- أَوْ
- yahut
- yuʿīdūkum
- يُعِيدُوكُمْ
- döndürürler
- fī millatihim
- فِى مِلَّتِهِمْ
- kendi dinlerine
- walan
- وَلَن
- ve asla
- tuf'liḥū
- تُفْلِحُوٓا۟
- iflah olamazsınız
- idhan
- إِذًا
- o takdirde
- abadan
- أَبَدًا
- asla
"Zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler ve bu takdirde asla kurtulamazsınız." ([18] Kehf: 20)Tefsir