وَبَرَزُوْا لِلّٰهِ جَمِيْعًا فَقَالَ الضُّعَفٰۤؤُا لِلَّذِيْنَ اسْتَكْبَرُوْٓا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُّغْنُوْنَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ ۗقَالُوْا لَوْ هَدٰىنَا اللّٰهُ لَهَدَيْنٰكُمْۗ سَوَاۤءٌ عَلَيْنَآ اَجَزِعْنَآ اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَّحِيْصٍ ࣖ ٢١
- wabarazū
- وَبَرَزُوا۟
- ve göründüler
- lillahi
- لِلَّهِ
- Allah'ın huzurunda
- jamīʿan
- جَمِيعًا
- hepsi
- faqāla
- فَقَالَ
- dediler ki
- l-ḍuʿafāu
- ٱلضُّعَفَٰٓؤُا۟
- zayıflar
- lilladhīna
- لِلَّذِينَ
- kimselere
- is'takbarū
- ٱسْتَكْبَرُوٓا۟
- büyüklük taslayan(lara)
- innā
- إِنَّا
- şüphesiz biz
- kunnā
- كُنَّا
- idik
- lakum
- لَكُمْ
- size
- tabaʿan
- تَبَعًا
- tabi
- fahal
- فَهَلْ
- misiniz?
- antum
- أَنتُم
- siz
- mugh'nūna
- مُّغْنُونَ
- savabilir
- ʿannā
- عَنَّا
- bizden
- min ʿadhābi
- مِنْ عَذَابِ
- azabından
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- min
- مِن
- (en ufak)
- shayin
- شَىْءٍۚ
- bir şey
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- law
- لَوْ
- eğer
- hadānā
- هَدَىٰنَا
- bize yol gösterseydi
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- lahadaynākum
- لَهَدَيْنَٰكُمْۖ
- biz de size yol gösterirdik
- sawāon
- سَوَآءٌ
- artık birdir
- ʿalaynā
- عَلَيْنَآ
- bize
- ajaziʿ'nā
- أَجَزِعْنَآ
- sızlansak da
- am
- أَمْ
- ya da
- ṣabarnā
- صَبَرْنَا
- sabretsek de
- mā
- مَا
- yoktur
- lanā
- لَنَا
- bize
- min
- مِن
- hiç
- maḥīṣin
- مَّحِيصٍ
- kaçıp sığınacak bir yer
İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkarlar; güçsüzler, büyüklük taslayanlara: "Doğrusu biz size uymuştuk, Allah'ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?" derler. Cevap olarak: "Allah bizi doğru yola eriştirseydi biz de sizi eriştirirdik. Artık sızlansak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur" derler. ([14] İbrahim: 21)Tefsir
وَقَالَ الشَّيْطٰنُ لَمَّا قُضِيَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُّكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْۗ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِّنْ سُلْطٰنٍ اِلَّآ اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِيْ ۚفَلَا تَلُوْمُوْنِيْ وَلُوْمُوْٓا اَنْفُسَكُمْۗ مَآ اَنَا۠ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَآ اَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّۗ اِنِّيْ كَفَرْتُ بِمَآ اَشْرَكْتُمُوْنِ مِنْ قَبْلُ ۗاِنَّ الظّٰلِمِيْنَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيْمٌ ٢٢
- waqāla
- وَقَالَ
- şöyle dedi
- l-shayṭānu
- ٱلشَّيْطَٰنُ
- şeytan
- lammā
- لَمَّا
- ne zaman ki
- quḍiya
- قُضِىَ
- bitirildi
- l-amru
- ٱلْأَمْرُ
- iş
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah
- waʿadakum
- وَعَدَكُمْ
- size va'detti
- waʿda
- وَعْدَ
- va'di
- l-ḥaqi
- ٱلْحَقِّ
- gerçek
- wawaʿadttukum
- وَوَعَدتُّكُمْ
- ve ben de size va'dettim
- fa-akhlaftukum
- فَأَخْلَفْتُكُمْۖ
- ama ben sözümden caydım
- wamā
- وَمَا
- ve yoktur
- kāna liya
- كَانَ لِىَ
- benim
- ʿalaykum
- عَلَيْكُم
- size karşı
- min
- مِّن
- hiç
- sul'ṭānin
- سُلْطَٰنٍ
- bir güc(üm)
- illā
- إِلَّآ
- başka
- an daʿawtukum
- أَن دَعَوْتُكُمْ
- sizi davet etmekten
- fa-is'tajabtum
- فَٱسْتَجَبْتُمْ
- siz de da'vetime koştunuz
- lī
- لِىۖ
- benim
- falā
- فَلَا
- o halde
- talūmūnī
- تَلُومُونِى
- beni kınamayın
- walūmū
- وَلُومُوٓا۟
- fakat kınayın
- anfusakum
- أَنفُسَكُمۖ
- kendi kendinizi
- mā
- مَّآ
- ne
- anā
- أَنَا۠
- ben
- bimuṣ'rikhikum
- بِمُصْرِخِكُمْ
- sizi kurtarabilirim
- wamā
- وَمَآ
- ne de
- antum
- أَنتُم
- siz
- bimuṣ'rikhiyya
- بِمُصْرِخِىَّۖ
- beni kurtarabilirsiniz
- innī
- إِنِّى
- şüphesiz ben
- kafartu
- كَفَرْتُ
- reddetmiştim
- bimā ashraktumūni
- بِمَآ أَشْرَكْتُمُونِ
- beni ortak koşmanızı
- min qablu
- مِن قَبْلُۗ
- önceden
- inna
- إِنَّ
- doğrusu
- l-ẓālimīna
- ٱلظَّٰلِمِينَ
- zalimler
- lahum
- لَهُمْ
- (onlar) için vardır
- ʿadhābun
- عَذَابٌ
- bir azab
- alīmun
- أَلِيمٌ
- acıklı
İş olup bitince, şeytan: "Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zalimlere can yakan bir azap vardır" der. ([14] İbrahim: 22)Tefsir
وَاُدْخِلَ الَّذِيْنَ اٰمَنُوْا وَعَمِلُوا الصّٰلِحٰتِ جَنّٰتٍ تَجْرِيْ مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهٰرُ خٰلِدِيْنَ فِيْهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۗ تَحِيَّتُهُمْ فِيْهَا سَلٰمٌ ٢٣
- wa-ud'khila
- وَأُدْخِلَ
- ve sokuldular
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseler
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inanan(lar)
- waʿamilū
- وَعَمِلُوا۟
- ve yapanlar
- l-ṣāliḥāti
- ٱلصَّٰلِحَٰتِ
- iyi işyer
- jannātin
- جَنَّٰتٍ
- cennetlere
- tajrī
- تَجْرِى
- akan
- min taḥtihā
- مِن تَحْتِهَا
- altlarından
- l-anhāru
- ٱلْأَنْهَٰرُ
- ırmaklar
- khālidīna
- خَٰلِدِينَ
- sürekli kalacakları
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- bi-idh'ni
- بِإِذْنِ
- izniyle
- rabbihim
- رَبِّهِمْۖ
- Rablerinin
- taḥiyyatuhum
- تَحِيَّتُهُمْ
- onların dirlik temennileri
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- salāmun
- سَلَٰمٌ
- selamdır
İnanan ve yararlı işleri yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere konulurlar, Rablerinin izniyle orada temelli kalırlar. Oradaki dirlik temennileri: "Selam!"dır. ([14] İbrahim: 23)Tefsir
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَّفَرْعُهَا فِى السَّمَاۤءِۙ ٢٤
- alam tara
- أَلَمْ تَرَ
- görmedin mi
- kayfa
- كَيْفَ
- nasıl
- ḍaraba
- ضَرَبَ
- bir benzetme yaptı
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- mathalan
- مَثَلًا
- benzeri
- kalimatan
- كَلِمَةً
- sözün
- ṭayyibatan
- طَيِّبَةً
- güzel
- kashajaratin
- كَشَجَرَةٍ
- bir ağaç gibidir
- ṭayyibatin
- طَيِّبَةٍ
- güzel
- aṣluhā
- أَصْلُهَا
- kökü
- thābitun
- ثَابِتٌ
- sabit
- wafarʿuhā
- وَفَرْعُهَا
- ve dalları
- fī
- فِى
- olan
- l-samāi
- ٱلسَّمَآءِ
- gökte
Allah'ın, hoş bir sözü; kökü sağlam, dalları göğe doğru olan, Rabbinin izniyle her zaman meyve veren hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın diye Allah onlara misal gösteriyor. ([14] İbrahim: 24)Tefsir
تُؤْتِيْٓ اُكُلَهَا كُلَّ حِيْنٍ ۢبِاِذْنِ رَبِّهَاۗ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُوْنَ ٢٥
- tu'tī
- تُؤْتِىٓ
- verir
- ukulahā
- أُكُلَهَا
- meyvesini
- kulla
- كُلَّ
- her
- ḥīnin
- حِينٍۭ
- zaman
- bi-idh'ni
- بِإِذْنِ
- izniyle
- rabbihā
- رَبِّهَاۗ
- Rabbinin
- wayaḍribu
- وَيَضْرِبُ
- benzetmeler yapar
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- l-amthāla
- ٱلْأَمْثَالَ
- misallerle
- lilnnāsi
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- laʿallahum
- لَعَلَّهُمْ
- umulur ki
- yatadhakkarūna
- يَتَذَكَّرُونَ
- öğüt alırlar (diye)
Allah'ın, hoş bir sözü; kökü sağlam, dalları göğe doğru olan, Rabbinin izniyle her zaman meyve veren hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın diye Allah onlara misal gösteriyor. ([14] İbrahim: 25)Tefsir
وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيْثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيْثَةِ ِۨاجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْاَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ ٢٦
- wamathalu
- وَمَثَلُ
- ve durumu da
- kalimatin
- كَلِمَةٍ
- sözün
- khabīthatin
- خَبِيثَةٍ
- kötü
- kashajaratin
- كَشَجَرَةٍ
- bir ağaca benzer
- khabīthatin
- خَبِيثَةٍ
- kötü
- uj'tuthat
- ٱجْتُثَّتْ
- gövdesi koparılmış
- min fawqi
- مِن فَوْقِ
- üstünden
- l-arḍi
- ٱلْأَرْضِ
- yerin
- mā
- مَا
- olmayan
- lahā
- لَهَا
- onun
- min
- مِن
- hiç
- qarārin
- قَرَارٍ
- kararı (kökü)
Çirkin bir söz de, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer. ([14] İbrahim: 26)Tefsir
يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِيْنَ اٰمَنُوْا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاٰخِرَةِۚ وَيُضِلُّ اللّٰهُ الظّٰلِمِيْنَۗ وَيَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاۤءُ ࣖ ٢٧
- yuthabbitu
- يُثَبِّتُ
- tesbit eder
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseleri
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- inanan(ları)
- bil-qawli
- بِٱلْقَوْلِ
- söz ile
- l-thābiti
- ٱلثَّابِتِ
- sağlam
- fī l-ḥayati
- فِى ٱلْحَيَوٰةِ
- hayatında
- l-dun'yā
- ٱلدُّنْيَا
- dünya
- wafī
- وَفِى
- ve
- l-ākhirati
- ٱلْءَاخِرَةِۖ
- ahirette
- wayuḍillu
- وَيُضِلُّ
- ve şaşırtır
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- l-ẓālimīna
- ٱلظَّٰلِمِينَۚ
- zalimleri
- wayafʿalu
- وَيَفْعَلُ
- ve yapar
- l-lahu
- ٱللَّهُ
- Allah
- mā
- مَا
- ne
- yashāu
- يَشَآءُ
- diliyorsa
Allah inananları, dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar. ([14] İbrahim: 27)Tefsir
۞ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذِيْنَ بَدَّلُوْا نِعْمَتَ اللّٰهِ كُفْرًا وَّاَحَلُّوْا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِۙ ٢٨
- alam tara
- أَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- ilā alladhīna
- إِلَى ٱلَّذِينَ
- kimseleri
- baddalū
- بَدَّلُوا۟
- çeviren(leri)
- niʿ'mata
- نِعْمَتَ
- ni'metini
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- kuf'ran
- كُفْرًا
- nankörlüğe
- wa-aḥallū
- وَأَحَلُّوا۟
- ve konduranları
- qawmahum
- قَوْمَهُمْ
- kavimlerini
- dāra
- دَارَ
- yurduna
- l-bawāri
- ٱلْبَوَارِ
- helak
Allah'ın verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmüyor musun? ([14] İbrahim: 28)Tefsir
جَهَنَّمَ ۚيَصْلَوْنَهَاۗ وَبِئْسَ الْقَرَارُ ٢٩
- jahannama
- جَهَنَّمَ
- cehennemdir
- yaṣlawnahā
- يَصْلَوْنَهَاۖ
- yaslanacakları
- wabi'sa
- وَبِئْسَ
- ve ne kötü
- l-qarāru
- ٱلْقَرَارُ
- bir duraktır o
Allah'ın verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmüyor musun? ([14] İbrahim: 29)Tefsir
وَجَعَلُوْا لِلّٰهِ اَنْدَادًا لِّيُضِلُّوْا عَنْ سَبِيْلِهٖۗ قُلْ تَمَتَّعُوْا فَاِنَّ مَصِيْرَكُمْ اِلَى النَّارِ ٣٠
- wajaʿalū
- وَجَعَلُوا۟
- ve koştular
- lillahi
- لِلَّهِ
- Allah'a
- andādan
- أَندَادًا
- eşler
- liyuḍillū
- لِّيُضِلُّوا۟
- saptırmak için
- ʿan sabīlihi
- عَن سَبِيلِهِۦۗ
- O'nun yolundan
- qul
- قُلْ
- de ki
- tamattaʿū
- تَمَتَّعُوا۟
- eğlenin
- fa-inna
- فَإِنَّ
- şüphesiz
- maṣīrakum
- مَصِيرَكُمْ
- gideceğiniz yer
- ilā l-nāri
- إِلَى ٱلنَّارِ
- ateştir
Allah'ın yolundan sapıtmak için O'na eşler koşmuşlardı. De ki: "Yaşayın bakalım, hiç şüphesiz varacağınız yer ateş olacaktır." ([14] İbrahim: 30)Tefsir