۞ وَاِلٰى ثَمُوْدَ اَخَاهُمْ صٰلِحًا ۘ قَالَ يٰقَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِّنْ اِلٰهٍ غَيْرُهٗ ۗهُوَ اَنْشَاَكُمْ مِّنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيْهَا فَاسْتَغْفِرُوْهُ ثُمَّ تُوْبُوْٓا اِلَيْهِ ۗاِنَّ رَبِّيْ قَرِيْبٌ مُّجِيْبٌ ٦١
- wa-ilā
- وَإِلَىٰ
- ve (gönderdik)
- thamūda
- ثَمُودَ
- Semud halkına
- akhāhum
- أَخَاهُمْ
- kardeşleri
- ṣāliḥan
- صَٰلِحًاۚ
- Salih'i
- qāla
- قَالَ
- şöyle dedi
- yāqawmi
- يَٰقَوْمِ
- ey kavmim
- uʿ'budū
- ٱعْبُدُوا۟
- kulluk edin
- l-laha
- ٱللَّهَ
- Allah'a
- mā
- مَا
- yoktur
- lakum
- لَكُم
- sizin
- min ilāhin
- مِّنْ إِلَٰهٍ
- ilahınız
- ghayruhu
- غَيْرُهُۥۖ
- O'ndan başka
- huwa
- هُوَ
- O
- ansha-akum
- أَنشَأَكُم
- sizi yarattı
- mina l-arḍi
- مِّنَ ٱلْأَرْضِ
- yerden
- wa-is'taʿmarakum
- وَٱسْتَعْمَرَكُمْ
- ve size ömür sürdürdü
- fīhā
- فِيهَا
- orada
- fa-is'taghfirūhu
- فَٱسْتَغْفِرُوهُ
- O'ndan bağışlanma dileyin
- thumma
- ثُمَّ
- sonra
- tūbū
- تُوبُوٓا۟
- tevbe edin
- ilayhi
- إِلَيْهِۚ
- O'na
- inna
- إِنَّ
- muhakkak ki
- rabbī
- رَبِّى
- Rabbim
- qarībun
- قَرِيبٌ
- yakındır
- mujībun
- مُّجِيبٌ
- kabul edendir
Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka tanrınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir" dedi. ([11] Hud: 61)Tefsir
قَالُوْا يٰصٰلِحُ قَدْ كُنْتَ فِيْنَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰذَآ اَتَنْهٰىنَآ اَنْ نَّعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَاۤؤُنَا وَاِنَّنَا لَفِيْ شَكٍّ مِّمَّا تَدْعُوْنَآ اِلَيْهِ مُرِيْبٍ ٦٢
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- yāṣāliḥu
- يَٰصَٰلِحُ
- Ey Salih
- qad
- قَدْ
- doğrusu
- kunta
- كُنتَ
- sen idin
- fīnā
- فِينَا
- aramızda
- marjuwwan
- مَرْجُوًّا
- ümit beslenen biri
- qabla
- قَبْلَ
- önce
- hādhā
- هَٰذَآۖ
- bundan
- atanhānā
- أَتَنْهَىٰنَآ
- bizi men mi ediyorsun?
- an naʿbuda
- أَن نَّعْبُدَ
- tapmaktan
- mā yaʿbudu
- مَا يَعْبُدُ
- taptıklarına
- ābāunā
- ءَابَآؤُنَا
- babalarımızın
- wa-innanā
- وَإِنَّنَا
- doğrusu biz
- lafī
- لَفِى
- içindeyiz
- shakkin
- شَكٍّ
- şüphe
- mimmā
- مِّمَّا
- şeyden
- tadʿūnā
- تَدْعُونَآ
- bizi çağırdığın
- ilayhi
- إِلَيْهِ
- kendisine
- murībin
- مُرِيبٍ
- tereddütlü
"Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz" dediler. ([11] Hud: 62)Tefsir
قَالَ يٰقَوْمِ اَرَءَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِّنْ رَّبِّيْۗ وَاٰتٰىنِيْ مِنْهُ رَحْمَةً فَمَنْ يَّنْصُرُنِيْ مِنَ اللّٰهِ اِنْ عَصَيْتُهٗ ۗفَمَا تَزِيْدُوْنَنِيْ غَيْرَ تَخْسِيْرٍ ٦٣
- qāla
- قَالَ
- dedi ki
- yāqawmi
- يَٰقَوْمِ
- ey kavmim
- ara-aytum
- أَرَءَيْتُمْ
- Ne dersiniz?
- in
- إِن
- eğer
- kuntu
- كُنتُ
- ben isem
- ʿalā
- عَلَىٰ
- üzere
- bayyinatin
- بَيِّنَةٍ
- apaçık bir belge
- min rabbī
- مِّن رَّبِّى
- Rabbimden
- waātānī
- وَءَاتَىٰنِى
- ve O bana vermişse
- min'hu
- مِنْهُ
- kendinden
- raḥmatan
- رَحْمَةً
- bir rahmet
- faman
- فَمَن
- kim
- yanṣurunī
- يَنصُرُنِى
- bana yardım edebilir?
- mina
- مِنَ
- karşı
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'a
- in
- إِنْ
- eğer
- ʿaṣaytuhu
- عَصَيْتُهُۥۖ
- O'na isyan edersem
- famā
- فَمَا
- olmaz
- tazīdūnanī
- تَزِيدُونَنِى
- bana bir katkınız
- ghayra
- غَيْرَ
- başka
- takhsīrin
- تَخْسِيرٍ
- kaybımı artırmaktan
"Ey milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş kaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka birşey yapamazsınız" dedi. ([11] Hud: 63)Tefsir
وَيٰقَوْمِ هٰذِهٖ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوْهَا تَأْكُلْ فِيْٓ اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوْهَا بِسُوْۤءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَرِيْبٌ ٦٤
- wayāqawmi
- وَيَٰقَوْمِ
- ve Ey kavmim
- hādhihi
- هَٰذِهِۦ
- şu
- nāqatu
- نَاقَةُ
- dişi devesi
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- lakum
- لَكُمْ
- sizin için
- āyatan
- ءَايَةً
- bir mucizedir
- fadharūhā
- فَذَرُوهَا
- onu bırakın
- takul
- تَأْكُلْ
- otlasın
- fī arḍi
- فِىٓ أَرْضِ
- toprağında
- l-lahi
- ٱللَّهِ
- Allah'ın
- walā tamassūhā
- وَلَا تَمَسُّوهَا
- ona dokundurmayın
- bisūin
- بِسُوٓءٍ
- bir kötülük
- fayakhudhakum
- فَيَأْخُذَكُمْ
- yoksa sizi yakalar
- ʿadhābun
- عَذَابٌ
- bir azap
- qarībun
- قَرِيبٌ
- yakın
"Ey milletim! Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız" ([11] Hud: 64)Tefsir
فَعَقَرُوْهَا فَقَالَ تَمَتَّعُوْا فِيْ دَارِكُمْ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍ ۗذٰلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوْبٍ ٦٥
- faʿaqarūhā
- فَعَقَرُوهَا
- yine de onu kestiler
- faqāla
- فَقَالَ
- (bunun üzerine) dedi ki
- tamattaʿū
- تَمَتَّعُوا۟
- yaşayın
- fī dārikum
- فِى دَارِكُمْ
- yurdunuzda
- thalāthata
- ثَلَٰثَةَ
- üç
- ayyāmin
- أَيَّامٍۖ
- gün
- dhālika
- ذَٰلِكَ
- işte bu
- waʿdun
- وَعْدٌ
- bir vaaddir
- ghayru makdhūbin
- غَيْرُ مَكْذُوبٍ
- yalanlanmayacak
Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür" dedi. ([11] Hud: 65)Tefsir
فَلَمَّا جَاۤءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صٰلِحًا وَّالَّذِيْنَ اٰمَنُوْا مَعَهٗ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَمِنْ خِزْيِ يَوْمِىِٕذٍ ۗاِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِيُّ الْعَزِيْزُ ٦٦
- falammā
- فَلَمَّا
- nihayet
- jāa
- جَآءَ
- gelince
- amrunā
- أَمْرُنَا
- emrimiz
- najjaynā
- نَجَّيْنَا
- kurtardık
- ṣāliḥan
- صَٰلِحًا
- Salih'i
- wa-alladhīna
- وَٱلَّذِينَ
- ve kimseleri
- āmanū
- ءَامَنُوا۟
- iman eden(leri)
- maʿahu
- مَعَهُۥ
- beraberindeki
- biraḥmatin
- بِرَحْمَةٍ
- bir rahmetle
- minnā
- مِّنَّا
- bizden
- wamin
- وَمِنْ
- ve
- khiz'yi
- خِزْىِ
- aşağılığından
- yawmi-idhin
- يَوْمِئِذٍۗ
- o günün
- inna
- إِنَّ
- muhakkak ki
- rabbaka
- رَبَّكَ
- senin Rabbin
- huwa
- هُوَ
- O
- l-qawiyu
- ٱلْقَوِىُّ
- güçlüdür
- l-ʿazīzu
- ٱلْعَزِيزُ
- mutlak üstündür
Buyruğumuz gelince, Salih'i ve beraberindeki inananları katımızdan bir rahmet olarak o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür. ([11] Hud: 66)Tefsir
وَاَخَذَ الَّذِيْنَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوْا فِيْ دِيَارِهِمْ جٰثِمِيْنَۙ ٦٧
- wa-akhadha
- وَأَخَذَ
- ve aldı
- alladhīna
- ٱلَّذِينَ
- kimseleri
- ẓalamū
- ظَلَمُوا۟
- zulmeden(leri)
- l-ṣayḥatu
- ٱلصَّيْحَةُ
- korkunç bir çığlık
- fa-aṣbaḥū
- فَأَصْبَحُوا۟
- ve kaldılar
- fī diyārihim
- فِى دِيَٰرِهِمْ
- yurtlarında
- jāthimīna
- جَٰثِمِينَ
- dizüstü çöküp
Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. ([11] Hud: 67)Tefsir
كَاَنْ لَّمْ يَغْنَوْا فِيْهَا ۗ اَلَآ اِنَّ ثَمُوْدَا۠ كَفَرُوْا رَبَّهُمْ ۗ اَلَا بُعْدًا لِّثَمُوْدَ ࣖ ٦٨
- ka-an
- كَأَن
- sanki
- lam yaghnaw
- لَّمْ يَغْنَوْا۟
- hiç yaşamamışlardı
- fīhā
- فِيهَآۗ
- orada
- alā
- أَلَآ
- iyi bilin ki
- inna
- إِنَّ
- şüphesiz
- thamūdā
- ثَمُودَا۟
- Semud (halkı)
- kafarū
- كَفَرُوا۟
- inkar ettiler
- rabbahum
- رَبَّهُمْۗ
- Rabblerini
- alā
- أَلَا
- dikkat edin
- buʿ'dan
- بُعْدًا
- uzak olsun
- lithamūda
- لِّثَمُودَ
- Semud halkı
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki, Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı. ([11] Hud: 68)Tefsir
وَلَقَدْ جَاۤءَتْ رُسُلُنَآ اِبْرٰهِيْمَ بِالْبُشْرٰى قَالُوْا سَلٰمًا ۖقَالَ سَلٰمٌ فَمَا لَبِثَ اَنْ جَاۤءَ بِعِجْلٍ حَنِيْذٍ ٦٩
- walaqad
- وَلَقَدْ
- ve andolsun
- jāat
- جَآءَتْ
- geldiler
- rusulunā
- رُسُلُنَآ
- elçilerimiz
- ib'rāhīma
- إِبْرَٰهِيمَ
- İbrahim'e
- bil-bush'rā
- بِٱلْبُشْرَىٰ
- müjdeyle
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler
- salāman
- سَلَٰمًاۖ
- Selam
- qāla
- قَالَ
- (O da) dedi
- salāmun
- سَلَٰمٌۖ
- Selam
- famā labitha
- فَمَا لَبِثَ
- ve hemen
- an jāa
- أَن جَآءَ
- getirdi
- biʿij'lin
- بِعِجْلٍ
- bir buzağı
- ḥanīdhin
- حَنِيذٍ
- kızartılmış
And olsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. "Selam sana" dediler, "Size de selam" dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. ([11] Hud: 69)Tefsir
فَلَمَّا رَاٰىٓ اَيْدِيَهُمْ لَا تَصِلُ اِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيْفَةً ۗقَالُوْا لَا تَخَفْ اِنَّآ اُرْسِلْنَآ اِلٰى قَوْمِ لُوْطٍۗ ٧٠
- falammā
- فَلَمَّا
- ne zaman ki
- raā
- رَءَآ
- görünce
- aydiyahum
- أَيْدِيَهُمْ
- ellerinin
- lā taṣilu
- لَا تَصِلُ
- uzanmadığını
- ilayhi
- إِلَيْهِ
- ona
- nakirahum
- نَكِرَهُمْ
- onlardan hoşlanmadı
- wa-awjasa
- وَأَوْجَسَ
- ve içine düştü
- min'hum
- مِنْهُمْ
- onlardan dolayı
- khīfatan
- خِيفَةًۚ
- bir korku
- qālū
- قَالُوا۟
- dediler ki
- lā takhaf
- لَا تَخَفْ
- korkma
- innā
- إِنَّآ
- biz
- ur'sil'nā
- أُرْسِلْنَآ
- gönderildik
- ilā qawmi
- إِلَىٰ قَوْمِ
- kavmine
- lūṭin
- لُوطٍ
- Lut
Ellerini ona uzatmadıklarını görünce, durumlarını beğenmedi ve içine korku düştü. Onlar, "Korkma, biz Lut milletine gönderildik" dediler. ([11] Hud: 70)Tefsir